DEM Parti Eş Genel Başkanı Bakırhan: Öcalan kayyımları, İstanbul Barosu'na, yazar-çizerlere yapılanları 'sabotaj' olarak görüyor; bu sürecin nereye evrileceği henüz belli değil
Diğer
10 Mart 2025
Beş aydır bekliyorduk, on bir gündür ise beş aydır beklenen Öcalan çağrısının nelere vesile olacağını anlamaya, kurulan cümleleri anlamlandırmaya çalışıyoruz. Tüm taraflar şimdilik sözünü söyledi, söylenenlerin büyük bölümü genel kurguyla uyumlu gibi görünüyor. Metodoloji, takvim, somut adımlar ise sanki biraz Allah’a emanet. Taraflar, süreci nasıl yürüteceklerine karşılıklı yoklamalarla karar verecek gibi görünüyor. Bu yeni sürecin en kritik noktalarından biri kuşkusuz DEM Parti’ye yüklenen misyonun başarılı olup olmayacağıyla ilgili. Silahların gömüldüğü noktada siyasi alanın ne şekilde yeniden tanımlanacağı konusunu henüz kimse konuşmasa da işin kalbinde aslında bu var.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, 27 Şubat’ta ilk kez İmralı’ya giden ve ilk kez Öcalan’ı görenlerden. Bu ziyaretten kendisine kalanları ve sürecin nereye evrilebileceğini konuşmak için meclisteki makamında buluştuk. DEM Parti grubunda doğal bir heyecan var, bu bütün ekipte hissediliyor. Ancak Bakırhan’ın ekibinde bir miktar güvercin tedirginliği hissettiğimi de söylemem gerek. Yakın geçmişte yaşananlar ve hala yaşanmakta olanlar düşünülünce haksız da değiller. Ancak Bakırhan tedirginlik ya da kaygı dile getirmek yerine yeni şeyler konuşmakta ısrarlı. “Tarih tekerrür edecek diye bakarsak bu fırsatı heba ederiz” diyor. DEM Parti’nin bu aşamadaki rolünü ise bir tür ‘arabuluculuk’ olarak tarif ediyor.
DEM heyetinin Öcalan ile 27 Şubat görüşmesinde tahmin edebileceğimiz gibi sadece ‘çağrı metni’ konuşulmamış. Bugüne kadar kamuoyuna yansımayan notlar aktardı Tuncer Bakırhan. Öcalan, bugüne kadar denenen çözüm süreçleri içinde eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın çabasına özel bir atıfta bulunmuş. Hatta Özal’ın tam çözüm aşamasında oldukları bir dönemde ölmesini ‘şüpheli’ bulduğunu ima etmiş. Öcalan’ın CHP’nin bu yeni süreçteki rolünü Devlet Bahçeli’ninki kadar önemsiyor oluşu da bizler açısından yeni bir bilgi. Bir de iktidarın anti-demokratik uygulamalarına dair görüşlerini açık ettiği cümleleri olmuş. Kayyımları, İstanbul Barosu'na, yazar-çizerlere yapılanları 'sabotaj' olarak gördüğünü anlatırken sesini yükseltmiş.
Bakırhan tüm bunları anlatırken bir analoji kullandı ve şöyle dedi: “Suriye’deki rejimin karakteri nasıl henüz belli değilse, bu sürecin karakteri de belli değil. Sürecin nereye evrileceği belli değil.” Şu an için en keskin cümle bu belki de.
-27 Şubat 2025 tarihine dönelim. Siz Öcalan’ın tarihi açıklamasının kamuoyuna açıklandığı gün ilk defa İmralı’ya gittiniz. Heyetinizde daha önce Öcalan ile görüşmüş arkadaşlarınız vardı ama sizin ve Tülay Hanım için bir ilkti. Kendi açınızdan nasıl bir gündü ve Öcalan’a dair ilk izlenimleriniz ne oldu?
Çağrı yapılırken heyete dahil olmak, şahitlik yapmak heyecan verici gerçekten. Sonuçta çok uzun yıllardır demokratik Kürt siyaseti içerisinde yer almış bir bireyim. Sayın Öcalan'ı okuyan, takip eden bir insanım. Giderken tabii heyecanlanmamak elde değildi. Elli yıl önce Ankara'da kurulmuş, devasa bir boyuta ulaşmış bir örgütün kurucusu kendisi. Kürt’ü etkilemiş, ekonomiyi etkilemiş, toplumu etkilemiş, birçok cumhurbaşkanı ve başbakan görmüş bir sorunla ilgili bir çağrı yapılacak. Heyecanlanmamak elde değil. Ama bizden çok, ben Sayın Öcalan’ı çok heyecanlı gördüm. Çağrıda verilen mesajların kafada soru işareti bırakmayacak şekilde algılanmasını istiyordu. Çok yoğunlaşmıştı. Tek tek her cümlenin, her paragrafın ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştı önce bize. Sohbetimiz dört saat sürdü. Tabii çağrının başlığı çok ilginç, ilgi çekici bir şeydi; ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı.’ Oraya çok büyük anlamlar yükledi.
-O tür bir anlamı yükleyen taraf şu an için sadece o ve sizlersiniz sanki. İktidar cephesinden ‘demokratikleşme’ hedefi namına hakiki bir şey duymuyoruz. Onlar daha ziyade işin ‘terörün bitirilmesi’ yanına konsantre bir izlenim veriyor.
Kitaplarını okuyan, biraz takip eden Öcalan'ın Kürt kimliğine sığmadığını, kapsayıcı bir kimliği temsil ettiğini bilir. Öcalan 85 milyonun geleceğiyle ilgileniyor; emekçilerden, eşit yurttaşlık mücadelesi yürüten Alevilere ve toplumun diğer kesimlerine kadar. Sohbetimizde kadına dair de geniş bir çerçeve ortaya koydu. “Kadın sorunu Kürt sorunundan daha derin, daha tarihseldir, daha çok yoğunlaşmak, emek vermek gerekiyor. Çünkü çözümü de bir o kadar zor, o kadar derin” diyor. 8 Mart’ta Türkiye’deki kadınlar için okunan mesajı bizimle sohbetleri sonucu hazırlandı.
-O halde bu süreçte parça parça başka mesajlar da gelecek Öcalan'dan, öyle mi? Yani 27 Şubat’taki gelecek mesajların ilkiydi gibi anlıyorum ben bu sözlerinizi. Doğru mu?
Tabii, dört saat boyunca sadece çağrı metni konuşulur mu? Türkiye, Ortadoğu ve Suriye’ye dair çok uzun değerlendirmeler yapıldı. Sayın Öcalan “Ben bir sosyalistim, sosyalist kimliğimle konuşuyorum” diyor. Gerçekten de öyle zaten, bunu bilen bilir.
-Madem Öcalan’ın sosyalizm yorumundan bahsediyorsunuz, kendi metnindeki o bölümü bir hatırlayalım. “1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır” dedi. Bakıyorum da bazı televizyonlarda “Öcalan sosyalizm öldü” demiş gibi bir yerden tartışıyor. Siz orayı kendisinden dinlediğiniz kadarıyla açar mısınız?
Tabii, ‘reel sosyalizm’ tezi biraz Sayın Öcalan'la açılım buldu. Bu kapitalist modernite içinde içerisinde ‘sınırsız özgürlük’ adı altında bireyi değerlerinden koparan yaklaşımı eleştirmişti. O gün de bize kapitalist modernitenin yarattığı sorunları anlattı. Yerine demokratik moderniteyi koyuyor, demokratik toplumu da onun çok önemli bir başlığı olarak koyuyor. Silahı artık bir yöntem olmaktan çıkartmanın zamanının geldiğini söylemesi çok önemliydi. Bu konuşmalar sırasında rahmetli Özal’a çok değer atfetti. “Bu meseleye ciddi yaklaşanlardan, samimi yaklaşanlardan birisi rahmetli Özal'dı” dedi. Özal kendisine şöyle demiş: “Apo, söylediğin her şey yanlış değil, katılıyorum. Ama bundan sonra silah senin davana da mücadelene de memlekete de zarar veriyor.”
-Özal kimle göndermiş bu mesajı Öcalan’a, o dönemki MİT yetkilileriyle mi?
İşte onu soramadık. Mesele o değil çünkü. Burada daha ilginç bir şey var. Özal’ı anlatırken şu ifadeyi kullandı: “Biz kendisiyle silahların bırakılmasını konuşurken ölüm haberi geldi. Orada bir sürü soru işareti kaldı.
-Öcalan, Özal’ın ölümünü doğal bir ölüm olarak değil, şüpheli bir ölüm olarak gördüğünü mü ima etti sizinle konuşurken?
Evet, onu ima etti. “Ben 31-32 yıl önce silah bırakmaya hazırlanmıştım aslında ve çok kararlı şekilde hazırlıklarımı yapıyordum ama işte Özal soru işaretli bir şekilde gidince süreç sekteye uğradı ve çok daha şiddetli bir savaş başladı” dedi. 2000'lerin başında ve sonra yeniden ateşkes ilanları oldu biliyorsunuz. Onları zaten bildiğimiz için çok detaylandırmadı. Bu ateşkeslerin kesilmesini konuşurken ‘sabotaj’ kelimesini çok sık kullandı. Zaten dört saat boyunca en çok kullandığı kelimelerden biri oldu ‘sabotaj’. Şunu da söyledi; “Ben 2000'lerin başında bir değişim, dönüşüm için karar aldım ama o zaman örgüt içinde bazı tartışmalar yaşanıyordu ve hayata geçmedi. Ama şimdi silah bırakma çağrısı yapıyorum ve örgüt buna uymalı. Önümüzdeki dönemde, demokratik bir zeminde mücadele etmek artık herkesin görevidir.” Tabii kendisi, iktidarın uygulamalarını ve pratiğini yakın takip eden ve yaşayan birisi olarak çok iyi biliyor.
-Tam olarak neyi kastediyorsunuz ‘Öcalan iktidarın uygulamalarını çok iyi biliyor” derken? Demokrasi dışı uygulamalardan mı bahsediyorsunuz?
Evet, evet. Bize bu konuda soru sormaya mahal bırakmadı. Sistemin bütün inkarına, bütün baskıcı politikalarına rağmen sözün silahtan daha etkili olabileceğini, daha büyük etki yaratabileceğini, asıl gücün o sözü doğru kullanmadan geçtiğini söyledi. “Daha kapsayıcı, daha yaratıcı bir sözden, bir pratikten karşı mahalledekiler de dahil etkilenmeyecek bir insan yok. Bu sizin zemininize büyük katkı sunar. Demokratik siyaset bu çağrıdan çok yararlanacak, konulara zemin açılacak” diye özetleyebileceğim bir yorumu oldu.
-Uzun süre, 27 Şubat’taki çağrı metnini Öcalan’ın kendisinin okuduğu bir görüntünün paylaşılacağı konuşuldu. Hem de bu iddiayı hükümete yakın gazeteciler dile getirdi. Zaten devlet yetkilileri Öcalan o gün siz yanındayken metnini okurken görüntülü kayıt da almış ancak bu devletin arşivi için alınmış anladığımız kadarıyla. Kamuoyu ile sadece bir fotoğraf paylaşıldı. Zaten o günden kısa bir süre önce Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, görüntülü mesajın mevzuata uygun olmadığını söyleyince hükümetin bu opsiyondan vazgeçtiğini anlamıştık. Ne oldu da son dakika devlet o görüntüyü yayınlamaktan vazgeçti?
İktidar, Öcalan’ın etkisini biliyor. Sesli, görüntülü bir mesaj daha önce Diyarbakır nevrozunda yayınlanmıştı, muazzam bir etki yaratmıştı. 200 yıllık bir sorun, son 7 yıldır Türkiye'nin ekonomisini, enerjisini yiyen, yutan bir sorun hakkında yapılacak tarihi bir çağrıda mevzuata uygun bir şey bulunurdu. Diyarbakır'da mesajı okunduğunda mevzuata uygun muydu ki? Ayrıca sanki İmralı’da mevzuat uygulanıyor, sanki orada mevzuat var. Dört yıldır avukatları ve ailesi dahi kimseyle görüştürülmüyordu. Hiçbir yasal hakkını kullanmayan bir insanın bulunduğu bir adadan bahsediyorum. Mevzuat bahaneydi. Bu çağrıyı, kendi görüntüsüyle, kendi sesiyle yapması daha iyi olurdu, daha inandırıcı olurdu. Öyle olsaydı, bu işin olmasını isteyen çevrelere de büyük katkı sunardı.
-‘Bu işin olmasını isteyen çevreler’ vurgunuz, başından beri devletin içinde konuya farklı bakan iki kanat arasında bir çekişme yaşandığına dair izlenimi pekiştiren bir vurgu gibi geldi bana. Biliyoruz ki Devlet Bahçeli çözümü isteyen kanadın başını çekiyor, bu yaklaşımın Adalet ve Kalkınma Partisi içinde ve Külliye’de savunucuları da var. Ancak öte yandan AKP içinde konuya şüpheyle yaklaşan hatırı sayılır bir çoğunluk da var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu süreç içinde negatif bakanlardan belki daha çok etkilendiğini izledik. Gelinen noktada iktidarın artık yekpare olarak bu sürece sahip çıktığını söyleyebiliyor musunuz?
Şu anda bir şey söylemek için çok erken. Ama biz meseleye biraz böyle temkinli bir yaklaşım olduğunu gördük.
-Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meseleye temkinli yaklaştığını gördünüz. Bunu söylüyorsunuz, değil mi?
Evet. Sayın Cumhurbaşkanının geçen hafta daha sahip çıkan açıklamaları oldu. Ama tabii ki bu meselenin karşısında olacak kimi çevreler var, alışkanlıklar var, Kürt'ü vatandaş görmeyen yaklaşımlar var. Bu meseleden beslenen kimi çevreler var. Kürt meselesinin çözümü birçok siyasi aktörü işsiz bırakacak, birçok siyasi partiyi boşa düşürecek. Bütün varlığını, “Kürt yoktur bu mesele demokratik yollarla çözülmesin” üzerine kuran bir anlayış tabii ki çözümün karşısında durur.
-Ben şimdi size arka arkaya birkaç açıklama okuyacağım. “Sözde Kürt sorunundan bahsetmek, başka bir ifadeyle Kürt kökenli kardeşlerimi sorun olarak işaretlemek, fişlemek demektir. Bunun adı vatana, millete ihanettir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin HDP'yi meşru organ görüp sözde Kürt sorunu üzerinden PKK'ya zeytin dalı uzatmaları terörizmin değirmenine su taşıyan bedbahtlıktır. HDP'yi meşru görmek meşruiyet kavramına vurulmuş paslı bir zincirdir.” Bu sözleri söyleyen kimdir sizce?
İYİ Parti diyebilirim… Ama acaba?
-Açıklamaların tarihini de ekleyeyim, belki hafızanızı yoklamanıza yardımcı olur. Bu sözler 23 Eylül 2021’de söylenmişti.
Ha eski…
-MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli söylüyor. Yetmiyor, şunu da ekliyor; “CHP artık HDP'dir. HDP zaten PKK'dır. Nihayetinde TİP de CHP'de PKK'nın mandası altına girmiştir.”
Doğru. Biz tokalaşmadan daha bir ay önce söylediği başka şeyler de var.
-Elbette biz bugün kimseye samimiyet testi yapacak durumda değiliz. Fakat yakın zamanda söylenenler ve yapılanlar üzerinden Türkiye toplumunun önemli bir bölümünün bu sürece dair bir samimiyetsizlik eleştirisi getirmesi meşru değil midir, hem de hafıza bu kadar tazeyken?
Dünyanın her yerinde bu tür süreçlerde benzer durumlar olmuştur. Kolombiya örneğine bakarsak ki orada devlet FARC’ı bitirmek için adeta bir coğrafyayı katletti. Öyle bir kırım yok! Ağaç, köy, canlı bırakmadılar. İki yüz binin üzerinde insan yaşam yitirdi. Çözüm süreci sırasında orada şöyle bir an yaşandı; FARC bir noktaya sıkıştırıldı ama devlet müdahale etmeden bir hafta bekledi. O sırada devlet başkanına yanındakiler soruyor; “Ölümcül darbeyi yapma şansımız var. Daha neyi bekliyorsun?” Şöyle yanıt veriyor; “Evet şu an FARC’ı bitirebiliriz ama Kolombiya da kırılır. Ve işte görüşmeler ondan sonra başlıyor. Yani dün Sayın Bahçeli bu tür söylemler kullanmış olabilir. Ama diyalektik olarak da insanlar değişebilir. Sonuçta 40 yıl denemediğimiz yol, yöntem kalmadı.
-Sizce Devlet Bahçeli’nin asıl söylemediği şey bu mu? “40 yıl denemediğimiz yol, yöntem kalmadı ama sorunu bitiremedik” mi demiş oluyor bu hamleye liderlik ederek?
Bence budur. Bu tür durumlarda, sorunların çözümünde muhakkak bir söylem değişikliği oluyor. Gayet normaldir. Yani önceden ‘Kürt kökenli’ demiş olmak, ‘sözde Kürt sorunu’ demiş olmak, bir noktadan sonra ‘Kürt kardeşlerim’ dememeyi ya da ‘sayın’ dememeyi gerektirmiyor. Evet doğrudur, bir değişim var. Biz en çok da buraya kıymet biçiyoruz. Bahçeli’nin değişimi, dönüşümü bu meselenin kendisi kadar önemlidir. En karşısında duran kişi farklı bir görüşü savunmaya başlıyor. Ben kendisine inanıyorum. En başta el sıkıştık, sonra iki defa telefonda görüştük. Yan yana oturuyorduk Meclis’te, gruplarımız yan yana ama konuşmuyorduk. Ne kadar kötü bir şeydi. Dönüp o tarafa bakmıyoruz. Ben bundan emin olun çok rahatsızdım. Benim baktığım yerden geçmişteki sorunlara takılmak Türkiye'ye bir şey kazandırmaz. Evet, Sayın Bahçeli dün öyle diyordu ama bugün ne dediği bizim için önemli olan.
-Peki hükümetin uygulamaları neden tam tersi istikamette gidiyor size göre? Bahçeli’nin 1 Ekim 2024’teki çıkışının ardından sayısını unuttuğumuz DEM Partili belediyeye kayyım atandı. CHP’li belediye yöneticileri de DEM Parti ile 2024 yerel seçimlerinde ‘kent uzlaşısı’na gittiği için ya tutuklandı ya da haklarında soruşturma başlatıldı. Hatta bu hattan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na kadar uzanmak istedikleri konuşuluyor. Sivil toplum alanında keza yoğun bir tutuklama ve gözaltı dalgası yaşandı. Gazetecilere çeşitli vesilelerle gözdağı verildi. Arkadaşım ve meslektaşım Nevşin Mengü’ye PYD’li Salih Müslim ile söyleşi yaptığı ve yayınladığı için hapis cezası verildi, hem de Öcalan’ın çağrısının okunduğu gün. Bütün bunlar sizin için ve Öcalan için bir konu değil mi?
Sanırım bu da ilk defa söyleyeceğim, sohbet sırasında Öcalan -ki bu söylediklerim kamera, dinleme cihazı vesaire ne varsa artık onların önünde olmuştur- döndü ve bize dedi ki; “Bu son aydınlara, yazar çizerlere yapılan operasyonlar, İstanbul Barosu'na yapılan operasyonlar, kayyım atamaları bir sabotajdır. Bu böyle olmaz.” Ve bunları söylerken sesini çok yükseltti. Bunlar sayın Öcalan’ın kendi sözleri. Tabii bizim elimizde şimdi kimin ne kadar samimi olduğunu ölçebilecek bir şey yok. Ama ben Öcalan’ı bu sözlerinde çok samimi gördüm, kuşkuya bırakmayacak biçimde samimi gördüm.
-Öcalan’ın ‘sabotaj’ ihtimali vurgusu ile devletin ‘sabotaj ihtimali uyarısı’ aynı şeyler değil o halde. Mesela Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler “Sürecin sabote edilmesine ve uzatılmasına asla müsaade edilmeyecek” derken daha ziyade silah bırakmayı yokuşa süreceklere işaret ediyordu. Ama şimdi siz Öcalan’a 27 Şubat’ta yaptığınız ziyaret sırasındaki sohbetinize referansla başka bir şey söylüyorsunuz.
Kayyım atamak da sabotajdır.
-O halde heralde şu soruyu sormak lazım; Öcalan kayyım atamalarının kimin sabotajı olduğunu düşünüyor? Fethullahçılarla kavganın darbe girişimine evrilmesinin ardından hükümet içindeki yetkili ağızlardan 2013-2015 arasındaki süreçte o kadronun çözüm sürecini sabote etmek için çok uğraştığına dair itiraflar dinledik. Mesela KCK operasyonlarının pek çoğunun paralel yapının işi........© T24
