menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cengiz Çandar: PKK Türk solunun içinden çıktı, Öcalan’ın İsrail’e mesafesinin arkasında bu arka plan var; Öcalan Özgür Özel ile görüşmek istiyor çünkü CHP’nin rolünü önemsiyor

69 59
23.06.2025

Diğer

23 Haziran 2025

DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar

Türkiye’mizin dertleriyle dertlenmekten bitap düşmüşken, bir de yeni bir dünya savaşının kıyısında bulduk kendimizi. İsrail’in İran’a karşı başlattığı savaşa Amerika Birleşik Devletleri’nin de katılmasıyla artık biliyoruz ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. ‘Eski’ çok matah bir ortam değildi belki ama ‘yeni’nin hayırlara vesile olamayacağı da aşikâr. Nasıl bir geçidin içinde olduğumuzu anlamak için geçmişi hatırlamanın değerli olduğu bir andayız. Türkiye’de Orta Doğu üzerine en uzun ve en yoğun mesaiyi yapmış birkaç insandan biri olan Cengiz Çandar’la konuşmanın faydalı bir zihin egzersizi olabileceği bir andayız.

Kuşkusuz Cengiz Çandar artık sadece ‘gazeteci’ birikimiyle analiz yapan bir uzman değil. DEM Parti Milletvekilliği ona yeni bir sorumluluk yüklediği için bölgeyi ve Türkiye’yi bekleyen sınamaları, içinde bulunduğu siyasi denklemin bilgisiyle yorumluyor. O nedenle geçmişe kıyasla bir nebze temkinli konuşuyor. Yine de kendi partisi içindeki çoğunluğun şu noktada girmeye imtina edeceği konularda epey cüretkâr. Devlet Bahçeli’nin tanımıyla ‘PKK’nın kurucu önderi’ Abdullah Öcalan’ın Türkiye’deki siyasetin 19 Mart’tan sonra girdiği kaotik sürece bakışına dair Çandar’ın içerden yorumları, iktidar bloğunun pek hoşuna gidecek şeyler değil.

Öcalan’ın İsrail’e mesafeli tutumunun arka planını anlatırken Çandar, PKK’nın Türk solu içinden doğan bir Kürt isyan hareketi olmasına vurgu yapıyor. Oralar tam da onun oyun alanı. Her ne kadar 68 kuşağındaki devrimci arkadaşlarının büyük bölümünü ileriki yıllarda aldığı siyasi pozisyonlarla uzun zaman önce kızdırmış ve küstürmüş olsa da tanıklıkları hâlâ bugüne ışık tutabilecek nitelikte.

İsrail’i, İran’ı ve Kürt sorununu konuşurken araya öyle anılar sıkıştırdı ki… Mesela son dönemde yine çok tartışılan BOP meselesinin arka planını detaylarıyla öğrenmiş olacaksınız. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu dönemde onun ‘özel temsilcisi’ sıfatıyla 1993 ateşkesi sırasında Öcalan’la yaptığı görüşmeyi çok kez yazıp anlatmış olsa da bugün yine hatırlanmaya değer. Hem de Öcalan’ın devlete “Bana Cengiz Çandar’ı gönderin” diye mütemadiyen mesaj yolladığı şu dönemde. Ama o bildiğini anlatmanın gücüne inandığından olsa gerek bir şey saklamaya gerek duymuyor.

-Size göre de İran meselesinde Trump’ın bir hafta oyaladıktan sonra savaşa müdahil olması “Aslında ABD ve İsrail başından beri iyi polis kötü polis oynuyor. Oysa beraberce planladılar bu işi” diyenleri haklı mı çıkardı?

Bence bugün, Trump Amerika'sının ve Netanyahu İsrail'inin İran'a ilişkin pozisyonlarında örtüşme söz konusu. Bu, biraz yumurta-tavuk meseline benzer bir durum. Bence İsrail’in İran’a yönelik saldırısını, en veciz şekliyle Almanya Başbakanı Friedrich Merz ifade etti. “Bizim yapamadığımız kirli işleri hepimiz adına yapıyor” dedi. İsrail’in yetemediği noktada bizzat Amerika devreye girdi ve İran’daki nükleer hedeflere saldırdı. Buradan ilerlersek, yaşanan duruma 19. yüzyıl sömürgeciliğinin, 20. yüzyıl emperyalizminin bir bölgeye yönelik 21. yüzyıldaki tezahürü diye de bakabiliriz.

Orta Doğu’da İsrail’in taraf olduğu savaşlar, hep yeni bir çağın başlangıcını işaret etti. 1948’de İsrail kuruldu, Orta Doğu haritası değişti. 1956 Arap-İsrail Savaşı, uluslararası sistemde İngiltere ve Fransa’nın yerini iki süper devlet olarak ABD ve Sovyetler Birliği’nin almasını beraberinde getirerek tüm uluslararası sistemi yeniden yapılandırdı. 1967 Savaşı, Orta Doğu haritasını, sonuçları bugün dahi ortadan kalkmamış şekilde bir daha çizdi. Sonra 1973 Arap-İsrail Savaşı çok şey değişti, Kissinger diplomasisiyle Sovyetler Birliği Mısır'dan çıktı. Mısır devrin en güçlü Arap ülkesiyken kendini devre dışı bıraktı. Arkasından 1979 İran İslam Devrimi ile uluslararası sahnede yeni bir aktör belirdi. İran! 1982 Lübnan Savaşı da Filistin Kurtuluş Örgütü’ne vurduğu büyük darbeyle önemli bir kilometre taşıdır. Bu büyük savaşlar, Orta Doğu'da tarihî kilometre taşları. Şimdi bugüne bakınca, ilerde ne diyeceğiz? 1982’den sonraki en önemli savaşın başlangıç tarihini 7 Ekim 2023 olarak mı yoksa 13 Haziran 2025 veya ABD’nin İran’a saldırdığı 22 Haziran 2025 olarak mı alacağız? Başlangıcı hangi tarihi olursa olsun vardığımız nokta, İran’ın 1979’tan bu yana dünya sisteminde tahkim ettiği yerinin iptal edildiğidir. 1979’daki İslam Devrimi ile sahneye çıkan İran yok artık. İran’la birlikte, Rusya’nın da denklem dışına itilmesi bu savaşın sonuçlarından biri. Bu savaşın sonuçlarına dünya ölçeğinde bakarsak, Çin'in belli ölçülerde sıkıntıya girmesi de demektir bu.

-İran'ın bir bölgesel güç olarak ‘iptal edildiğini’ söylemek için biraz erken değil mi?

Hayır değil. Yaklaşık son yarım yüzyılın İran’ı artık yok. Şu anda “İran'da rejim değişikliği olacak mı, olmayacak mı?” tartışmasına geldik. Olmayabilir. Ama eski İran'ı tartışmıyoruz. Ve ben bunu 1979'daki İran İslam Devrimi’ni adeta Türkiye'ye tanıtan kişi olarak ün yapmış biri olarak söylüyorum. Haksız bir ün de değildi bu.

-Sizi İran İslam Devrimi konusunda o kadar heyecanlandıran şey neydi?

Şii de değildim, İslamcı da değildim. Soldan gelen bir devrimci olarak, İran devriminde beni en çok heyecanlandıran şey bir ‘devrim’ oluşuydu. 1789 Fransız ve 1917 Bolşevik devrimleri kıvamında, çağ değiştiren boyutta bir devrimi kendi yaşam dönemimde, hem de kapı komşumuzla gördüm. Öyle algıladım. Bir sürü insan da öyle algıladı. Çünkü 1979 herhangi bir isyan ya da herhangi bir iktidar değişikliği değildi.

-1789, 1917 ve 1979’dan ortak bir paydası varsa o neydi size göre?

Büyük çapta bir devrimse, ihraç edilmek zorundadır. Gerçekleştiği ülkenin ya da coğrafyanın dışına taşamayan şeyi ‘devrim’ diye kaydedemezsin. Bir devrim, -illa askeri biçimde olmasa da- ideolojik olarak, coğrafi ve jeopolitik olarak ihraç edilmek zorundadır. 1789 Fransız Devrimi’nin sonuçları malûm. Keza 1917 Devrimi de Rusya’nın, Sovyetler Birliği’nin dışına yayıldı. İran Devrimi, 1979 da ihraç ihtiyacı içindeydi. İran-Irak savaşı onu bloke etmek için patlak verdi zaten. 1980 ile 1988 arası kan gövdeyi götürdü bölgede. Ve bütün bir Batı sistemi, Saddam Irak’ının arkasındaydı o savaşta İran'ı bloke etmek için. Hal böyle olunca İran gibi bir başka ‘İslam Devleti’ kurulamadı ama kendilerinin ‘Şiî Hilali’ diye ifade ettikleri, kutsal bir kavramsallaştırma ile ‘İsrail'e yönelik Direniş Ekseni’ olarak tarif ettikleri bir şey yarattılar. Irak, Suriye, Lübnan, Filistin'den ta Yemen'e kadar İsrail'e ve Batı sistemine karşı ‘devlet olmayan’ aktörler birdenbire anlam kazandı. Hatta Hamas, Hizbullah gibi bu aktörler, devletlerden bile daha anlamlı hale geldi.

İran’ı bir ahtapot gibi düşünürseniz, bu aktörlerin hepsi İran’ın uzuvları haline geldi. İsrail’i çevreleyen ve İsrail’e nefes aldırmayan bir ahtapot. Bir kolu Müslümanlık zemini üzerinden Pakistan’a, bir kolu Çin'e uzanıyor. Çin'in bir numaralı petrol kaynağı İran ve dolayısıyla da eski İpek Yolu’nun canlandırılması İran by-pass edilerek düşünülemiyor bile. Keza, bu ahtapot Körfez'e olan hakimiyeti sayesinde Suudi Arabistan'dan, Birleşik Arap Emirliklerinden, Bahreyn'den, Katar'a kadar koca bir alanı etkiliyor. Çünkü orası küresel enerjinin can damarı. Dünyadaki petrol rezervlerinin yaklaşık yarısı orada. Petrol ve doğal gaz trafiği bakımından dünyadaki günlük toplam enerji arzının yüzde 20’si oradan sağlanıyor, Ayrıca İran, Rusya'yla öyle bir ilişkiye sahip ki Rusya’nın Ukrayna'yla savaşında kullandığı İHA’ları Rusya İran'dan alıyor. Ve tabii en önemlisi İsrail'i kuşatan ve İsrail'e nefes aldırmayacak bir role soyunmuş olması.

-İsrail de iyi ki nefes alamamış! Bir de nefes alsaydı neler yapacaklardı acaba düşünmek istemiyorum…

Ben “iyidir, kötüdür” diye bir değer hükmü yükleyerek anlatmıyorum bunu. İsrail dediğiniz sonuç itibariyle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında oluşmuş Batı merkezli

uluslararası sistemin, süper devlet fonksiyonuyla Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgeye yerleştirdiği koçbaşı. Dolayısıyla İran’ın ‘Direniş Ekseni’ sadece İsrail’e karşı bir direnişi sembolize etmiyordu. Zaten o nedenle de Merz bugün çıkıp “İsrail bizim yapamadığımız kirli işleri hepimiz adına yapıyor” diyebiliyor.

-O halde sizin iddia ettiğiniz gibi bu işin sonunda Rusya ve İran’ın uluslararası iddiası ‘iptal’ olacaksa, dünya yeniden bir anlamda ‘tek kutuplu’ dünyaya doğru mu yol alacak? Bunu sorarken ABD’nin yeni Türkiye Büyükelçisi ve Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın şu sözlerini hatırlatmak isterim: “Batı, bir asır önce haritalar, manda yönetimleri, çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetimler dayattı. Sykes-Picot Suriye'yi ve daha geniş bir bölgeyi barış için değil emperyal kazanç için böldü. Bu hata nesillere mal oldu. Bunu bir daha yapmayacağız.” Böyle deseler de sanki Batı, Orta Doğu'da yeni bir sınır tahkimi içerisine girmiş gibi gözüküyor. İşin sonunda yeni sınırlar mı var?

Şu sırada bu geçidin içinde yürümekteyiz. Bu geçidin bizi nereye çıkaracağını çok net görmüyoruz. Geçidin içindeyiz yani. Özellikle, 22 Haziran 2025’teki Amerika’nın İran saldırısından sonra. Haritadaki sınırlar değişmese bile, sınırların içindeki ülkeler ve rolleri aynı kalmıyor. 2003 sonrası Irak ile 2011 sonrası Suriye, bunun çarpıcı örnekleri.

-Biz görmüyoruz da Batı’nın kendisi de mi görmüyor, bilmiyor? Yoksa bilmiyormuş gibi mi yapıyorlar?

Onların gördüğünden de çok emin değilim. Önümüz şimdi bakıldığında daha çok bir belirsizlik ve kaos dönemine işaret ediyor. Soğuk Savaş sonrasında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla tek kutuplu sistem, yani tek süper devlet oluştu. Bir termonükleer güç olarak tek süper devlet ABD kaldı. Sonra küreselleşme, şu bu derken dünyada demokrasinin yaygınlaşmasını izledik. Bu arada Irak Savaşı’yla birlikte Türkiye'de çok yanlış bir şekilde Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) tartışması çıktı. Bir komplo teorisi bakış açısıyla, Türkiye bir Amerikan emperyalist projesi gibi sunulan BOP’un eş başkanıymış gibi tartışmalara konu oldu. Aslında o BOP Türkiye'de anlatıldığı gibi bir şey değildir. Hiçbir zaman olmayan, olmamış olan bir şeydir.

-Siz nereden biliyorsunuz ‘hiç olmadığını’?

Komplo teorilerine prim vermediğim ve gelişmeleri, olan biteni yakından izlediğim için biliyorum. Bizde BOP diye çarpıtılan konunun kökeni, 2004 yılında ABD’de Georgia eyaletinin Sea Island’da yapılan G-8 toplantısına gider. Şimdi G-7 olan şey, o zaman G-8 idi ve içinde Rusya da var. Zirve fotoğraflarına bakın, George W.Bush’un yanında Vladimir Putin’i göreceksiniz. 11 Eylül olmuş, El Kaide gibi akımlar İslam dünyasında yükselişte. 2003’te Irak Savaşı yaşanmış ve bir otokratik-totaliter rejim yıkılmış. Böyle bir ortamda ABD bir tespit yapıyor ve Kuzey Afrika ve geniş Orta Doğu bölgesindeki ülkelerin küresel sisteme entegre olamamasının aşırı akımların önlenmesi için üstesinden gelinmesini ve bu alanda demokratik rejimlerin oluşturulması ve yaygınlaştırılması görüşünü ortaya atıyor. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın bu konuda Kahire Üniversitesi’nde 2005’te yaptığı bir ünlü konuşma vardır. 2004’teki G-8 Zirvesi bu görüşleri benimsedi ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın dünyanın diğer bölümlerinin kopukluğunun ortadan kaldırılması için, eğitim eksikliğinin giderilmesi, kadınların baskıdan kurtarılması gibi konularda uluslararası düzeyde girişimler yapılmasına dair bir dizi karar aldı. Yani bu coğrafyadaki rejimleri demokrasi ortamına sokmak için yeni girişimler yapılmasına ilişkin öneriler benimsendi. Buna “Broader Middle East Initiative” yani “Geniş Orta Doğu Girişimi” diye bir de isim konuldu. Bu çerçevede, “DAD” yani “Democracy Assistance Dialogue” (Demokrasi Yardımı Diyalogu” adı altında sivil toplum düzeyinde bazı faaliyetlerin düzenlenmesi öngörüldü. DAD’ın koordinasyonu da Türkiye, İtalya ve Yemen’e verildi. İtalya, çok partili sisteme geçiş; Yemen, demokratik diyalog; Türkiye ise kadınların desteklenmesine ilişkin atölye çalışmalarında ön alacaktı.

Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, G-8 kararlarının bu bölümünün sivil toplum nezdinde yürütülmesi işini TESEV’den istedi. Benim o dönem TESEV çalışmalarıyla yakından ilişkim vardı. Birebir biliyorum. O, ‘Demokrasi Yardımı Diyaloğu’nda Türkiye’nin rolü döndü dolaştı, hakaretamiz tonlar taşıyan bir ‘BOP Eşbaşkanı’ suçlamasına dönüştü. Bir deli kuyuya taş attı, bin akıllı çıkaramadı hesabı. BOP diye bir şey yok ve hiç olmadı. Ama bunu söylediğiniz anda ‘Amerikancılık’ yaftasını üzerinize yapıştırırlar. Ama alın işte, şimdiki Amerika Birleşik Devletleri, İslam dünyasına demokrasi ihracı çabası anlamına gelecek ve 2004 G-8 Zirvesi kararlarına dayalı o günün ABD politikasına toptan karşı. Cumhuriyetçi Trump’ın Cumhuriyetçi Bush ile ilgisi yok. ABD’nin Orta Doğu ülkeleri ve İslam dünyasında demokrasi talebi hiç yok. Trump, İsrail’in hegemon olduğu bir bölgede İsrail’i kabullenecek ve ticaret yapacağı, yatırım alanı bir Orta Doğu görmek istiyor. Rejim değişikliği -İran’daki hariç- umurunda değil. Artık senin de hatırlattığın gibi “Biz artık Irak’taki gibi rejim değiştirme peşinde değiliz” diyen Amerikalı yetkililer var. Örneğin, ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi, aynı zamanda Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, bunu açıkça söyledi. Hem de Suriye’ye gidip, Şam’daki yönetimin başındaki, El-Kaide kökenli Ahmet el-Şara’ya bunu adeta bir teminat olarak söyledi.

-Ne derlerse desinler, başka bir ülkede rejim değiştirme peşinde olup olmadıklarını İran üzerinden göreceğiz. Evet bugün ABD’nin İran’ı işgal etmesi söz konusu değil ama dün gece Trump Amerikan uçaklarının üç önemli nükleer siteyi (Fordo, Natanz, Esfehan) vurduğunu açıkladı. ABD’nin bizzat savaşa girmiş olması İran'da rejim değişikliğinin zorlanacağını kanıtlamış olmadı mı?

Evet, hiç şüphesiz. Zaten Trump, İran’a saldırmadan önce kayıtsız şartsız teslim çağrısında bulundu. Ayetullah Hamaney’i istediği anda ortadan kaldırabileceğini de yarı-tehdit içeriğinde ifade etti. 22 Haziran 2025 saldırısından- bu Amerika’nın İran’a karşı savaşa girmesi olarak da niteleniyor- İran’da rejim değişikliğinin gündemde bulunduğuna hükmedilebilir. İşte diyorum ya… Bu geçide girdik. Ama henüz geçidin içindeyiz. Nereye çıkacağımızı da görmüyoruz. İran ABD’ye nasıl bir karşılık verecek, verebilecek mi? Verirse işler nereye evrilecek? Rejim yıkılacak mı? Yıkılırsa, ne zaman, nasıl? Sonrasında bölge ne tür gelişmelere gebe? Bunları şu anda bilemiyoruz, çok net biçimde de göremiyoruz. Geçidin içindeyiz henüz.

Bu arada, Tom Barrack ne derse desin, ben Trump yönetiminde gerçek bir strateji görmüyorum. Emprovize bir Amerikan yönetimi görüyoruz. Bu hal, Trump’un emprovize davranışlarından kaynaklanıyor. Aslında buna yönetim demek de pek kolay değil. Sadece Trump'ın verdiği bir takım sinyaller var. Bazen bir- iki adım atıyor sonra vazgeçiyor ondan. En basit de bu gümrük vergileriyle -başta Çin’e yönelik- ilgili tavırları. Ukrayna, NATO. Bir tek NATO'da tutturdu, “NATO'ya katkılarınızı arttırın bakalım” dedi. Halbuki NATO'yu darmadağın edip kapatıp gidecekti neredeyse. Orta Doğu'da Suudi Arabistan'la başladı işler. Ve adeta İsrail ve Suudi Arabistan ekseni üzerinden bir ticarete açık, Amerikan himayesinde bir Orta Doğu dizayn etme hesabı vardı. Bunun için de İran'ın devre dışı bırakılması gerekiyordu. Bu savaşı biraz o hesabın bir parçası olarak görebiliriz. Ama öyle bir gidişat var ki...! Tom Barrack çıkmış, “Yeni Sykes Picot’lar istemiyoruz” diyor. Ama sen de haklı olarak diyorsun ki “Gidişat İran’da rejim değişikliğini zorluyor.” Rejim değişikliğini zorladığı andan itibaren Trump alenen çok eleştirdiği, “yapmayacağım” dediği George W. Bush'un politikasını farklı bir şekilde uyguluyor olacak.

-Bir de yine bir yalan var gibi ortada. İsrail yola çıkarken “İran’ın nükleer silaha kavuşmasına çok az kaldı, o yüzden bu operasyon aciliyet kazandı” gibi bir gerekçe ileri sürdü. Halbuki aslında denetçilerin verdiği raporlar bunu söylemiyor. Yani aslında nasıl Irak'taki rejim değişikliği ‘Saddam’ın kitle imha silahları var’ yalanı üzerinden zorlanmıştı. Bugün de “İran nükleer silah sahibi olmanın eşiğinde” denerek benzer bir iş yapılıyor. Tabii bu arada batıda kimse İsrail’in nükleer silah sahibi olmasını da dert etmiyor.

Orta Doğu bölgesinde bir takım savaşlar, istenmediği halde patlar ve hiç hesapta olmayan sonuçlar verir. Birinci Dünya Savaşı da öyle patlamıştı. Kimse savaş istemiyordu aslında fakat el yükseltiyorlardı. Büyük imparatorlukların istedikleri savaş değildi ama el yükselttiklerini sanırken bir baktılar savaşa girmişler. Ondan sonra da işte üç kara imparatorluğu tarihe karıştı; Çarlık Rusya'sı, Avusturya Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu. Benzer bir sonuç 1967 savaşından çıktı. Sonradan ortaya çıkan belgelere bakıldığında Nasır savaş istemiyor ama Arap dünyasının kendi iç rekabetleri nedeniyle ön alıyor. Suriye’nin de baskısıyla Tiran Boğazı'nı kapatıp İsrail'e deniz trafiğini kesmeye kalkıp Süveyş Kanalı'nı da kapatınca iş ciddiye biniyor. Sonuçta öyle bir savaş çıkıyor ki Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Doğu Kudüs, Batı Şeriya, Gazze… Hepsi gidiyor. İsrail devletinin kurulduğu yerin dışında geri kalan her yer gidiyor. Ondan sonra hala o 1967 sınırlarına geri dönülmüş değil. Şimdi benzer bir durum var burada. İsrail İran’a karşı bir saldırıya girişti. Amerika da doğrudan katıldı. İngilizce bir laf vardır, ‘exit strategy’ diye. Çıkış stratejisi ne, belli değil. Yani İran’ın nükleer kapasitesi sıfırlandı mı, İran’da rejim değişecek mi? Belli değil. Bütün bunların yakın bir gelecekte gerçekleştiğini varsayalım, sonra bölgede ve tüm uluslararası sistemde dengeler yerli yerine oturacak mı? Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, gelecekteki en güçlü ihtimalin belirsizlik ve kaos olduğu. Öyle kaotik bir ortam var ki tıpkı 1. Dünya Savaşı sonu........

© T24