Tanrı türkü söylesin, "Deli Kurt" Atsız da dinlesin
Diğer
T24 Haftalık Yazarı
08 Eylül 2024
"Kimse kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin.
Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin."
15 Temmuz 1932'de Hüseyin Nihal Atsız'ın "Atsız Mecmua'da (15. say.)" Cengiz Han ve Timur üzerine kaleme aldığı yazıda "Türkler ve Moğollar iki kardeş millettir" sözleri elbette doğrudur, ama ayrı ana-babalardan doğma kardeşlerdir bu iki millet. Diğer bütün milletler gibi. Kendini ne kadar ‘Türk' ifade ettiği rivayet edilirse edilsin, Türk olmadığının altını çizerek şunu da kabul etmeliyiz ki, bugün bile hâlâ birçok Türkçünün kendi Tarih akışına mal ettiği, Türk bellediği Cengiz Han, 13. yüzyılda Türk olmamakla beraber Müslümanlar ve Türkler için bir karabasandı. Onun komutanlarından birinin Yiğit Sabutay olması ya da Moğolcanın yanında Türkçe de bilip konuşuyor olması elimizde biyolojik olarak antropolojik bir veri bulunmamasına rağmen sosyolojik ve tarihsel verilere dayandırılan bu gerçeği değiştirmez. Fatih Sultan Mehmet'in çok iyi derece İtalyanca, Farsça konuşup yazabiliyor olması gibi Mustafa Kemal de çok iyi derece Fransızca konuşup yazabilen bir komutandı. Rivayet o ki, doğduğunda elinde bir kan pıhtısıyla doğan Cengiz Han'ın Türklüğünü ispat etmeye çalışanlar onun da bir kurukafacı, kafatasçı, bugünün kavramlarıyla faşist-ırkçı olduğunu es geçerek, ille de bir akrabalık çıkarmak için Timur'un annesi Tekine Hatun'un etnisitesini bile ona dayandırmışlardır. Elbette Cengiz Han Türk olmadığı gibi Timur da aslen değilse bile "tercihen" Moğol'dur. Cengiz Han'dan birkaç kuşak sonra Müslümanlaşmış ve Türklere karışmışlardır. Moğol damadı Timur'dan da "milliyetçilik" konusuna gelecek olursak, Yıldırım Bayezid'e yazdığı mektuplardaki "Rum" ithamı dahi milliyetçiliğin amaçlar doğrultusunda gününe göre nasıl işlediğini gösterir. En ilkel dönemlerde bile "milliyetçilik" de birçok kavram gibi Tarihi anlamda kemikleşmemişken etkisini fermanlarda, mektuplarda, at üstünde ulak ağızlarında göstermiştir.
Irk araştırmalarını merkeze aldığımızda bir "insan bilimi" olarak Antropolojik çalışmalara da konu olan bu liderlerden biri de Timur. Stalin'in emriyle 1941'de mezarı açıldığında Antropolog Gerasimov da onun İslami şekilde yüzünün kıbleye bakıyor olmasından tutun da tipik bir Moğol'un yüz hatlarına sahip olduğunu söylemiştir. Bir insanın tamamen ırkını tespit etmeye çalışmakla onun insan popülâsyonu içindeki yerini tespit etmeye çalışmak arasında uçurumlar var. Söz konusu Antropoloji olunca, "bilim mi bilimsel ırkçılık mı" tartışması da burada yeniden başlar, ama bence gerek yok. Biyoloji tarihi açısından önemliyken sosyal ve siyasi tarih açısından insan ırkını topyekûn yerin dibine sokmakla kalmayıp bilimi de bilim insanlarını da tıpkı atom bombasının üretimi ve kullanımında kötü emellerinde kullanan liderlerin, yönetimlerin sosyosiyasi projelerinin bir parçası olmasıyla insanlığın geleceği bakımdan her geçen gün daha büyük bir tehlike yaratmak yolunda şekillenmiştir. Kafatasçılık, kurukafacılık, bilimsel olmaktan çok uzak kalmış ırkçılığı ve ön yargıları desteklemek amacıyla yanlış ve hatalı yaklaşımlarla var olmuştur. Frenoloji ve kraniometrinin tek başına belirleyebileceği şeyler değiller çünkü bunlar. Yani sadece kırk kişilik bir bölükle Çin sarayına baskın veren büyük Türk kahramanlarından Kürşad'ın kafatası ölçülseydi örneğin yahut kanı tahlil edilseydi, babası Göktürk Hükümdarı Çulluk Kağan ve annesi de bir Çin prensesi olan İ-çenh Hatun'un oğlu daha çok bir Türk mü yoksa Çinli mi çıkacaktı, kim bilir… Onun bir Türk mü yoksa Çinli mi olduğundan daha gerçek olansa "melez" olmasıdır.
İnsan erozyonlarıyla şekil değiştiren dünya gibi insan da elbette değişmiştir, her yeni doğan kuşakla birlikte insan zaten ayrıca değişir. Yani bir insanın kan testleriyle, kafatasçı ölçümlerle ne olduğundan çok kendisini ne olarak ifade ettiği daha önemli. Tıpkı Kürt kökenli ama Türkçü sosyolog Ziya Gökalp gibi… Kendisinin ne olduğunu yine kendi ifade eden bir kimse için bir başkasının ona ne olduğunu söylemesinin ne anlamı olabilir ki zaten? "Macarların büyük atası" olduğunu birçok kaynakta okuduğumuz Attila'nın da Asya'dan gelmiş olması dışında Türk olup olmadığı konusunda tarih Profesörü İlber Ortaylı, "Attila'nın Türk olup olmadığı hakkında elimizde kesin ve net bir kaynak yok" demiştir. Aksini iddia edebilmek için Orhun ya da Göktürkler'den geriye kalan yazıtlar gibi kaynaklara sahip olmamız gerekir. Kimi Avrupalı Türkologlar Hunların Türkçe konuştuğu konusunda deliller elde etmiş olsalar bile bu imparatorluğun hâkimiyetindeki her topluluğun Türk olduğunu varsayamayız. Elbette Türkçe dünyanın en güzel dillerinden biri, ama sanki Türkler bu dili bugün daha iyi öğrenmeli. Ne de olsa bir lisan bir insan… Peki, ama aslında kafatasçılık nasıl başladı? Kelle koparmak bununla ne kadar ilgiliydi? Bütün bunlar antropoloji bilimini evrensel manada ne yönde etkiledi? Vahşet ayrıca tarihsel bir süreç olarak alınsaydı kayıtlara eğer, kelle uçurmakla nam salmış Cengiz Han'la başlar, kellelerden kuleler yapan Timur'la devam ederdi. Kudretin insanda yarattığı acımasızlık kendinden olmayanların başlarını gövdelerinden ayırmakla ortaya çıktı tarih boyunca. İnsan toplumuna bir gözdağı olarak… Moğollar, Karadağlılar böyle yapmışlardır. "Öteki" dediğimiz şey Kavimler Göçü ile ortaya çıkan şeydir de bu yüzden.
Batıl şarktan, vahşi Avrupa'ya birçok dönemde kesilen başların mızraklara takılması, ağaçlara asılması, bir alanda üst üste yığılması da öyle… 19. yüzyılda örneğin, Sırp İsyanları'nda Osmanlı ordusunun kumandanı Hurşid Paşa, öldürülen Sırpların kellelerinin toplanmasını emreder. 950'den fazla bu kellelerin bir kısmı derileri yüzülüp içleri doldurularak ll. Mahmud'a gönderilirken kalan kellelerden kule inşa edilmesi isyancılara başlarına ne geleceğini ima etsin diye bir araya toplanıp sergilenmesi de kafatasçılığa dayanır. Tarih boyunca neredeyse bütün milletler tarih sahnesinde birbirlerini aşağıladıkları, birbirlerini birbirlerinden üstün ya da aşağı gördükleri için karşı karşıya gelmişlerdir. Yani Sırpların bu satırlarda "isyancı" olduklarını belirtmek bile bazıları için kâfi gelmeyeceğinden ve her dönemi kendi koşulları içinde değerlendirmekten kendini muaf kılarak fanatik duygulara kapılacaklar için her yeni hamlenin bir önceki hamleden kaynaklandığının altını çizmek gerekebilir. 15. ve 16. yüzyıllarda Müslümanlığı benimseyen Boşnakların da faşist bir dönemi olmuş ve bu dönemde bağımsızlığı boyunca Sırplarla ayrıca mücadele eden Boşnaklar, faşist dönemde Faşist Ustaşa hareketinin Boşnak ordusuyla giriştiği sıkı işbirliğiyle 1941-45 yılları arasında 750 bin Sırp, 60 bin Yahudi ve 26 bin Çingene'yi öldürmüştür. Yani Sırpların zulmettiği kadar zulme uğradığını söylemek taraflılık anlamına gelmeyeceği gibi şahsen Aliya İzzetbegoviç'e duyduğum hayranlığa da halel getirmez ki, İzzetbegoviç bu dönemi saklanarak geçirmiştir.
Yirminci yüzyılın hemen başlarında antropologlar, insanlığın kendisine ilişkin istatistiksel çıkarımlarda bulunmak üzere insan nüfusu ve yığınlar üzerinden (her türlü canlı varlıkların tümü için geçerliyken) ırkçı açıdan kategorize etmek amacıyla kafatası indeksi üzerinden insanların kafataslarını ölü diri fark etmeksizin ölçmüş, Avrupalı "ari ırk" ve "üstün ırk" ideolojilerine yaslanan aşırı milliyetçilik gibi ideolojilere kaynaklar yaratırken görünürde bilimsel, ama özünde "bilimsel ırkçı tasnif" hareketlere alet olmuştur. Bilimin de bilim insanlarının da bir şekilde ikna edildiği yahut devlet eliyle zorlanarak ırkçılığa hizmet çalışmalarına dair söylenmesi gereken şeyi yine bir evrimsel biyolog ve bilim tarihçisi olan Stephan Jay Gould bir söyleşisinde şöyle itiraf eder, "Kendi bilim dalımın tarihi konusunda pek konuşmamayı tercih ederim; çünkü mahcup olurdum ve utanırdım."
Antropoloji için Eric Wolf'un yaptığı, "İnsani bilimlerin en bilimseli ve bilimlerin en insanisi" tanımlamasının arkasında yatan şeyler insanın uydurduğu şeyler arasında tarihin de insanlığa değil, bir grup insana göre yazılıp şekillendiğini gösteren cümlelerden biri olmuştur… Sorun sosyolojide, tarihte ya da antropolojide miydi, yoksa sosyologlarda, tarihçilerde, antropologlarda mı? Aslında sorun, sınırları belirleyen olayları stratejik olarak sosyoekonomik ve kültürel bağlamda kontrol altında tutmaya çalışanlardaydı. Zaman çok da hızlı akıp giden bir şey olmadığı halde insan çok az zaman........
© T24
visit website