menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Şeyhmus Diken: Bugün hâlâ cellâdına âşıklıkla ithama dönüştüren politik ve kısmen entelektüel bir üst akılla cebelleşiyoruz

16 15
20.04.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

20 Nisan 2025

Şeyhmus Diken

Şeyhmus Diken, değişen dünyada değişmeyenleriyle gördüğü, yaşadığı ve yazdığı dünyayı anlattı. Kültürel hegemonyadan, muktedirlerin dayatmalarına, kültürel soykırımdan intihale “Hem esiriyim hem de sahibi” dediği Diyarbakır’ı anlattı:

- Diyarbakır’ın kendi içinde de kaybolan kültürünü, sokaklarını yazarken bu kaybın sadece fiziksel değil, aynı zamanda “siyasi bir silinme” olduğunu vurguladığınız metinlere dayanarak “kentin hafızası”nı korumanın kültürel bir direniş biçimi olduğunu da yazıyorsunuz. Her kesimin kendine ait içinde yaşadığı kentin kültürünü, biçimini, halini muhafaza etme hakkı gibi elbette bunun üzerine yazma ve hatta mimari fikirlerini topluma açma hakkı da var. Peki, siz genel olarak bütün bir ülkeye “tek tip” bir kültür ve mimari biçimin siyaseten dayatılması hakkında ne düşünüyorsunuz?

İsterseniz 1920’lerde Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi ile başlayalım. Her bir şey, mesela bugün “tek tipleştirme” denilip dayatılan, hatta bizzat en tepedeki muktedirin hemen her konuşmasında diline pelesenk olan o “tek tek…” çiğlik! Tümüyle geçtiğimiz yüzyılın başındaki “kara bela” ittihatçılığın bugüne dek sarkan ve süregelen kesintisiz yüzü. Cumhuriyetin kuruluş sonrası ve devamında felsefesinde ısrar edilen tezler üzerinden okumak gerektiği düşüncesindeyim. Türk(çü) tarih tezi, yine adına Güneş Dil Teorisi denilen dünyanın bütün dillerinin Türk Dili üzerinden türediğini adına bilimsel denilen çalıştaylarla realize edilmesi. Ve sonra da bunlara sahiden inanılarak başta Kürtler olmak üzere diğer kimi etnik kimliklerin aslında Türk olduklarına önce kendilerinin sonra da tebaanın inandırılmasının üstün resmi politikalar haline dönüşmesi…

Tuhaf ve kötü olan şu ki; bu tek tipçilik mevzuu sadece sağcılar, ırkçılar, milliyetçi-muhafazakârlara has değil, kimi solcular da hep yaptı ve yapmayı da sürdürüyorlar. Üstelik ellerinde tilmizleri olmakla ziyadesiyle övündükleri sol literatürün kutsallarından “milli mesele” ya da “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” gibi referans metinler de olduğu halde! Bu metinleri hep işlerine geldikleri gibi kullana geldiler. Hep “parça bütün” üzerinden hesap kesicilik yaptılar. Mesela şöyle bir tek tipçilik yaptılar. Kim “Kürt hakları” demeye yeltendiyse; “Yoldaş merak etmeyin! Hele sosyalizm gelsin, bütün bu ‘milli haklar’ hak sahiplerine verilir” dediler. Yani olası bir devrim sonrasına pas edilen bir tek tipçilik… Solun beslenme kaynaklarının en muteber haline baktığımızda; Anadolu’yu bir halklar mahpushanesine çeviren Kemalist ideolojiyi adeta yücelterek “Kemalizm, küçük burjuvazinin en radikal en sol kesiminin ideolojisidir” dediler ve hâlâ da demede ısrarlarını sürdürüyorlar. Öbür cepheden İslamcılar da; “Mevzuu, Ümmet meselesidir. Hele bir İslam’ın bayrağı dünya üzerinde dalgalansın, kavim meselesi diye bir şey kalmaz” dediler. Bu da onların tek tipi oldu.

İşte Sol’a meyledenler solun devrimci tek tipçiliğine yaslandı. Sağa, İslamcılığa meyledenler de sağın ümmetçi tek tipçiliğine yaslandı. Bu böyle akıp gitti. Ee, bu ikisinin dışında aslında ikisinin de en tepesinde kapkara bir şemsiye gibi duran o yüz yıllık devletin resmi ideolojisinin tek tipçiliği ise her daim “tek, tek, tek” diyerek o tek’lemelerin yanına bütün kendince kutsiyetleri olan devlet, millet, bayrak, dil, kültür, kimlik aklına ne gelirse onun “TEK” olduğunu yerleştirdi işte. Bu ideolojik ve kültürel tek tipçilik uygulanırken, mimaride de aynı şekilde ısrar edildi. Örneğin benim yaşadığım şehir üzerinden bakacak olursak; binlerce yıldır insanların kendi yaşam tarzları üzerinden hayatlarını sürdürdükleri mekânlar; vahşi uygulamalarla dümdüz edilerek yerlerine hücre tipi hepsi birbirinin kopyası mekânlar yapıldı. Kadim tarihlerden bu yana şehir sakinlerinin mevsimlere dayalı yaşam koşullarını dikkate alarak tasarladıkları mekân ve sokak, meydan mantığı adeta yok sayılarak tümüyle güvenlik eksenli tercihler ile dayatılan bir mimari tarz söz konusu oldu.

O eski şehir dokusunun binlerce yıldan bu yana yaşamın kesintisiz sürdüğü mekânların çeperinde / çevresinde yer alan, adına da modern yaşam alanları denilen mekânlarda ise tümüyle müteahhit projeleri olarak korunaklı güvenli steril çok katlı blok plancılığı tercihi gündemleşti. Bu yapılar dizayn edilirken; mesela kentin, coğrafyanın mimaride yerel tercihi olan bazalt taş asla düşünülmedi. Çünkü bazaltın tercihi halinde yeniden eski hafızanın gündemleşeceğinin farkında olunarak, onun yerine ekonomik ömrü elli yıl olan sonra kentsel dönüşüm adı altında yeniden yıkılıp değiştirilip dönüştürülecek olan betona mahkûm edildi kimlik kültür. Eski kent dokusu içinde yer alan esnafın ve tebaanın her gün birbiriyle yüzleşerek paslaşarak hâl hatır sorarak işine gücüne baktığı agora, çarşı-pazar dünyası yerine; uğultunun, havasızlığın, riya’nın ve insanı o dünya içinde ruhen boğmanın hüküm sürdüğü A.V.M.‘ler dünyası gerçek dünya imiş gibi dayatıldı. Alın size mimaride tek tip denildi bir anlamıyla… Ez cümle; bir zamanlar şehir(li) sakinlerinin sokaklarında kapı ağızlarında yarenlik ettiği, yemek kokularının birbirlerine karıştığı, çocuk seslerinin ahengi yerine; her bir apartman dairesi sakininin hücresine tıkıldığı hemen hiç bir komşusunu tanımadığı gibi, mecburiyet selamı ile yetindiği bir hâle büründüdürdüler şehir dediğimiz dünyayı… Oysa ortaçağ gezginleri o şehir dediğimiz kadim mekânlara yollarını düşürdüklerinde sorarlarmış o şehrin sakinlerine dünya neresidir diye! Şehirliler de şaşırarak yanıt verirmiş; dünya deyip sorduğunuz tam da burasıdır, yaşadığımız yerdir. Onun için Kavafis o sözleri yazmıştır ya!

- “Amidalılar”da sürgündeki Diyarbakırlıların hikâyelerini derlediniz. Sürgün hikâyeleri bir kentin tarihteki varlığına ne katabilir? Bu tür hikâyeleri iki kapak arasında toplarken sürgünlük duygusunu tattınız mı? Bu duygu evrensel sınırlar arasında oradan oraya iteklenen insanların hikâyelerinden farklı mı?

Benim Amidalılar-Sürgündeki Diyarbekirliler’de yaptığım şuydu; yaşanan / yaşatılan acımasız zulüm politikaları çerçevesinde çareyi ülke dışına kaçarak uzak sürgünlükte arayanların tragedyasına ses olabilmekti. Düşünün doğup büyüdükleri bütün bir hayat hikâyelerini kurdukları diyarları bir anda ardlarında bırakarak ve yanlarına hemen hiç bir şey al(a)mayarak kaçıp gitmek, terk-i diyar eylemek. Üstelik gidilen o yeni yerlerde bir Kürt sürgünü Nureddin Zaza’nın ifadesiyle “Sürgün’ün her yerde yalnız olduğunu bilerek yaşamak.” Sürgünlerle yaşadıkları uzak ve soğuk o yabancı ülkelerde çok defa bir araya geldim. Hatta bir defasında İsveç Stockholm’de bir gecede dört evi ziyaret ettim. Zamanım dardı ve onları ihmal ettiğim düşünülüp de sonra dargınlık / kırgınlık yaşanmasın diye kısa süreli de olsa uğramak zorunda hissettim kendimi. Hemen hepsi yirmi yıldan fazlaydı o uzak ülkelerin şehirlerinde yaşıyorlardı ama evlerinde o yirmi yıl orada yaşanmış olunduğunu hissettirecek eşyalar yok denecek kadar azdı. Sanki bir hafta ya da bir ay önce o evlere taşınmışlar gibiydiler! Niye böyle bu evler diye ilk soru olarak sorduğumda! „E, biz hep bugün yarın ülkeye döneriz düşüncesinde yaşadık. Buralar bize ait değil! Nasıl olsa döneceğiz, birer yerleşik aile gibi eşya almanın gereğine hiç inanmadık. Sonra bir gün ardımıza dönüp baktık ki! Ömür geçmiş, hayat bizlere yapacağını yapmış“

Ben sürgünlük duygusunu uzak diyarlara gitmek zorunda kalanlar gibi yaşamadım. Öyle ki; yargılandığım ve ceza aldığım davada bile hapis yatmak zorunda kalırsam Diyarbakır Mahpushanesi olmasını istediğimi dillendirdim. Mahpusluk olmadı. Cezayı duyan sürgündeki dostlarım çek gel buralara, burada düzenini kurarız deseler de! İstemedim gitmeyi, çünkü tanık olmuştum çoğunun yaşamına mutlu değillerdi. Kalpleri ülkeleri, halkları için atıyordu ve uzaktılar. Cezayi hikâyelerini tamamlayan kimilerinin bir gün memleketlerine döndüklerinde nasıl yalnız olduklarını artık eski mekânlarına da yabancılaştıklarını, yaşanan birçok şeyin onları şaşırttığını, hayata artık bir uzak Avrupalı sürgün gibi baktıklarını belki kimlik anlamında kendilerini eski asli kimliklerine ait hissetseler bile, aidiyetlerinin o uzak sürgün ülkelerin yurttaşları olmak üzerinden şekillendiğini ziyadesiyle fark etmiştim yıllar evvel. Elbette bu ciddi bir kırılmaydı. Muktedir ideolojik kültür, sanırım amacına ulaşmıştı. Sürgünü ülkesinden, insanlarından, ailesinden, dostlarından, halkından koparmıştı. O artık başka bir insan olmuştu. Bu bir yarılma, bir kopuştu sürgünler ve geride kalanlar için. Üstelik bir travma hali ve onarımı da hayli güç. Ve ne acı ki yeni yani son kırk yılın hikâyesi de değil! Osmanlının 1800’lü yıllarının ilk çeyreğinde başlayıp bugünlere kadar akıp gelen iki yüz yıllık çözümsüzlüğün bir sonucu…

- Bir yazarı “marjinal” addetmek onun metinlerinin içeriğinin aslında nasıl tahayyül edildiği konusunu bundan daha önemli kılar. Siz de bence “marjinal” addedilen konular üzere yazdınız. Bana da marjinal olduğum konusunda imalar yapıldığında “Kürtlük serden hiç gitmiyorum” derim. Zaten çoğunlukla Kürt yazarların belki de “marjinal” addedilmelerinin ilk sebebi budur. Böylece doğrusu ana akım edebiyat için hem ilgi odağı hem de aynı zamanda tehlikeli sayılıp “kenara” itilebiliyoruz. Kenarda durmak bir tercih de olabilir, mevzilenmek açısından. Hiç kenarda tutulduğunuzu hissettiniz mi?

Tabii ki kenarda tutulduğumu hep hissettim. Hem de farklı cephelerden! Bir defa ben kendi ‘anadil’imde değil, bir başka halkın zorla öğretilmiş / öğrenilmiş dilinde yazan bir yazarım. Bu bir tercih değil elbette, mecburiyet, çaresizlik ve dayatma. Düşünün henüz ilkokul öncesi dünyayı tanıma her bir şeyi öğrenme yaşlarındasınız. Ama aileniz sizin........

© T24