menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Necip Tosun: Ülkemizde ideolojik, tek yanlı, ticari bir çeviri ortamı var

17 4
25.05.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

25 Mayıs 2025

Necip Tosun, edebiyatımızın büyük emekle fikir işçisi, yeni kitabı “Yazma Dersleri” bağlamında kültür hayatımızı derinden etkilen ve şekillendiren fikirleri, kitapları ve yazarları anlatıyor:

- “Yazma Dersleri” yakın zamanda çıktı. Kitap edebiyatımızın son 150 yılını karşılaştırmalı edebiyat açısından da çok güzel ele alıyor. En hoşuma giden tarafı içerdiği isimlerin birbirlerinden her açıdan çok farklı kişileri ve kuşakları, mahallesi fark etmeksizin kapsıyor olması. Yanı sıra özellikle eleştiri ve yoruma dayalı metinlerle ilgilenen gençler ve akranlarım açısından mesleki teknikler, yol, yordam da gösteren bir kitap. Bu açıdan “Yazma Dersleri”ni okumaya olduğu kadar yazmaya da bir davet olarak niteleyebilir miyiz?

Yazma Dersleri’nde öncelik Türk edebiyatında genel kabul görmüş otuz romancı, öykücü ve şairin kendi açıklamaları ve görüşlerinden yola çıkarak, bu yazarların yazma tecrübelerini, yazarlık tutumlarını, yazma biçimlerini, yaratıcı düşüncelerinin perde arkasını ve yazarlık serüvenlerinde karşılaştıkları güçlükleri ele alarak yazma birikimlerini ortaya koymaya çalıştım. Bu yazar ve şairlerin nasıl, hangi duygularla yazdıklarını, nelerden etkilendiklerini, yaratma duygularını nelerin harekete geçirdiğini, nasıl bir yazı evreni oluşturduklarını, yazma sorunlarının neler olduğunu belirlemek temel amacım oldu. Kısacası, yazarların nasıl çalıştıkları, nasıl bir hayat yaşadıkları ve hangi tecrübelerden geçtikleri bu kitapta ele alınmaktadır. Dolayısıyla kitap dediğiniz gibi açık bir yazmaya davet aslında.

Yazılarda, yazarların teklif ettiği ideoloji ya da dünya görüşünün doğruluğunu, yanlışlığını tartışmadan, sanatçı, yazar kimliğini açıklamak, yorumlamak, çözümlemek temel amacım oldu. Hiç kuşkusuz politik yaklaşımın tek ölçüt olduğu bir edebiyat ortamı kabul edilemez bir durum. İdeolojik angajman ve tek gözlü bakış edebî eleştiride kabul edilemez. Kitapta dikkat edilirse Nâzım Hikmet’te var Sezai Karakoç da, Sabahattin Ali’de var Rasim Özdenören de. Türkiye’nin tüm bir yazma birikimini kitaba yansıtmaya çalıştım. Yazarların kendi mahalleleri olabilir ama ben edebiyatı tüm mahalleleri içine alan büyük bir meydan olarak düşünüyorum.

- Gördüğümüz kadarıyla kitap yazma tecrübeleri aktarmakla birlikte, bir yazarın biyografisini de ortaya koymakta. Yazılarda yazı ve hayat birlikte, paralel bir şekilde anlatılmakta... Kitapta genel olarak bir hayat nasıl yaşanmış sorusunun da cevabı aranıyor.

Gerçekten de kitap, bir “yazma kılavuzu” ve “edebiyat dersleri” olmasının yanı sıra, bir yandan da “hayat kılavuzu” olma özelliği de taşmaktadır. Kitaba bir bütün olarak bakıldığında, yazarlığa başlangıç adımlarından veda dönemlerine kadar bir yazarın “yazarlık biyografisi”nin de ortaya konduğu görülür. (Octavio Paz: Şairlerin-yazarların yaşam öyküleri yoktur, onların yaşam öyküleri yapıtlarıdır.) Kuşkusuz, yazarın hayatı ve yazarlığı ayrılmaz bir bütündür. Bu bağlamda yazarlar, yazarlık süreçlerinden damıttıkları hayat görüşlerini de bu yazılara yansıtırlar. Bir hayat nasıl yaşanmış, bu hayatın içindeki yazma hikâyeleri nasıl oluşmuş, bir yazar imgesi nasıl yaratılmış ve ondan bize -yazma sorunları bağlamında- ne kalmış, kitapta ele alınmaktadır.

- Otuz yazarı incelediniz. Günlüklerini, mektuplarını, kurmaca metinlerini, düz yazılarını, söyleşilerini… Peki, bir yazar nasıl büyük, kalıcı bir yazar oluyor. O yazar size göre hangi özelliklerinden dolayı önemli bir yazar hâline geliyor, Türk edebiyatında kalıcı oluyor?

Bütün yazarlığını kanıtlamış edebiyatçılarda iki özellik var: birincisi sağlam bir düşünsel duruş, ikincisi ise yüksek edebiyattır. Bu iki özellik bir arada olmadığı sürece yazarlar unutulmaya mahkûm olur ve yarınlara kalamazlar. Sadece düşünsel duruşa yaslananları, o düşüncenin takipçileri bir müddet taşır ama ömürleri uzun olmaz. Yüksek edebiyat yapamayanları uzun vadede destekçileri de yarınlara taşıyamaz. Asıl sonucu bu ikili; yüksek edebiyat ve sağlam düşünsel duruş belirler.

Bu otuz yazarın tecrübelerine baktığımızda, yazarların bir “meselesi” olduğu için yazdıklarını; yazı hayatları boyunca bu meseleyi güçlü bir dille insanlara aktarmak ve inandırıcı kılmak için uğraştıklarını, bunları da yüksek edebiyatla, sanat-edebiyatın diline dönüştürdüklerini görürüz.

- Kitabınızda, “eser mizacın bir yansımasıdır” diyorsunuz. Gerçekten “mizaç”, yazarın karakteri bu kadar belirleyici mi? Siz kitabınızda bunun hangi örneklerine rastladınız, bu sonuca nasıl ulaştınız?

Yazarların büyük çoğunluğuna göre bir yazar, ne kadar büyük bir çaba gösterirse göstersin, başkaları gibi yazma veya düşünme çabası çoğu kez sonuçsuz kalır. Çünkü herkesin kendine özgü bir karakteri ve ifade tarzı vardır. Kuşkusuz bireyin kimliği ve kişiliği kaçınılmaz olarak sanatına da yansır. Başka bir yazara benzemeye çalışmak ya da başka birinin tarzını veya düşünce yapısını benimsemek isteği ne kadar güçlü olursa olsun, kişi sonunda yine kendi kişisel gerçekliğine döner. Elbette yazmak, insan doğasının bir parçasıdır; kişi kendisinden başka biri olamaz. Bu nedenle, duygu ve düşüncelerimiz, pek çok birikimimizin yanı sıra, aslında kişisel yapımızın, yani mizaç ve karakterimizin bir yansımasıdır. Dolayısıyla eser de bir şekilde yazarın mizacını temsil eder. Örneğin, Yaşar Kemal, Sait Faik’e benzemeye çalıştığını fakat bunda başarılı olamadığını söyler. Mizacının dayattığı, yönlendirdiği edebî anlayışa yönelir.

- Öykü, sizin için hem yaratıcı bir ifade biçimi hem de eleştirel bir inceleme alanı. Öykü yazarken ve öykü üzerine kuramsal yazılar kaleme alırken zihninizde nasıl bir diyalektik işliyor? Yaratım süreci, eleştirel bakışınızı nasıl etkiliyor ya da eleştirel birikim yaratımlarınızı nasıl şekillendiriyor?

Öykü yazma disiplini, oluşumu ve süreci ile bir kuramsal yazının disiplini, oluşumu ve süreci çok farklı. Öyküde ihtiyaç duyulan “duygular”, kuramsal yazılarda ise ihtiyacınız olan “düşünceler”. Kuşkusuz öykü yazayım demekle öykü yazılmaz, onun bir doğuş anı, bir duygu yırtılması ve onu doğuracak bir olgunun gerçekleşmesi gerekir.

Kuramsal çalışmalar için gerekli olan ise sadece çalışmak, araştırmak ve emek vermek. Oysa öykü yazmak için, çalışmak, araştırmak ve emek tek başına yeterli değildir. Zorlanarak da olsa bir kuram yazısı yazılabilir. Ama öykü onca çabaya rağmen yazılamayabilir. Kuram / inceleme yazılarından öyküye geçmek o kadar da kolay değil. Çünkü o duygu yoğun ânı her zaman bulamıyorsunuz. Bir anlamda bu iki disiplin arasında bir bölünme yaşıyorsunuz. Ben kendi adıma eleştiride yoğunlaştığımda öyküye geçişte, öyküler yazarken de eleştiri yazılarına geçişte zorluklar yaşıyorum. Çünkü bunlar duyarlık, dil, anlayış olarak birbirinden tümüyle farklı disiplinler. Yine de kendimi eleştiriye değil öykü yazmaya daha yakın hissediyorum.

- “Modern Öykü Kuramı” adlı eserinizde Batı merkezli öykü kuramlarını derinlemesine inceliyorsunuz. Ancak dünya edebiyatında öykünün “evrensel” bir form olarak nasıl bir dönüşüm geçirdiğini düşünüyorsunuz? Örneğin, Latin Amerika, Afrika veya Asya edebiyatlarında öykünün yerel dinamikleri, evrensel öykü anlayışına nasıl bir katkı sağlıyor? Yanı sıra bu bizim coğrafyamıza ayrıca nasıl yansıyor?

Son yazınsal buluş olarak nitelenen öykü, tarihsel serüveni içinde, her sanat dalı gibi sürekli kendi kendiyle hesaplaşma, yüzleşme, yenilenme süreci yaşamıştır. Anlatımın daha etkin, tutarlı, vurucu olabilmesi için yapı, biçim, ses peşinde koşan öykücüler; keşif, dönüştürme, inşa hareketiyle yeni biçimler, yeni imkânlar aramışlardır. Bu süreçte, olay öyküden, durum ve atmosfer öyküsüne; portre öykücülüğünden soyut/simgesel öykücülüğe; bilinç akışı ve çokseslilik denemelerinden postmodern öykücülüğe geniş bir çeşitlilik sergilenmiştir. Bu yapısal değişim serüveni, bir bakıma öykünün estetik özerklik serüvenidir de.

Modern Öykü Kuramı’nda “Batı” merkezli bir okuma yapmıştım, evet. Bir başka kitabım olan Doğu’nun Hikâye Kuramı’nda ise “Doğu” merkezli bir okuma yapmıştım. Doğu’nun hikâye anlayışı dediğimizde Türkiye, Hindistan, İran, Çin, Arap, Türki bölgeler gibi geniş bir coğrafyayı kastetmiş oluyoruz. Araştırmalarımda Doğu toplumlarını da kendi içinde bir hikâye anlayışı ürettiğini gördüm. Kuşkusuz bu hikâye anlayışının edebiyatın bugünkü kavramlarıyla bir “kuram” tanımı içine yerleştirilmesi zor. Ancak Doğu’nun tarihsel süreçte hikâye anlatımında bir kurallar bütününü ürettiği de gerçektir. Aynı coğrafyada yer aldığımız Şark toplumlarından güçlü bir hikâye anlatma geleneği var. Arap, Afrika, Latin Amerika, Balkanlar, Asya, Uzak Doğu ve farklı Türk coğrafyasından modern öykü anlamında çok önemli eserler üretildiğine kuşku yok. Ancak bu coğrafyalardan oldukça sınırlı eser çevrilmesi ya da hiç çevrilmemesi nedeniyle bu eserleri yeterince tanımıyoruz.

- “Dünya Romanın Serüveni”nin“Türk İmgesi” bölümünde, Türk kültürünün dünya edebiyatındaki yansımalarını da ele aldınız. Ancak, bu imgenin genellikle oryantalist bir lensle şekillendiği eserlere ağırlık verilmiş gibi........

© T24