menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ebru Ojen: Beden üzerinde kurulan hiyerarşik statükocu denetimi ifşa edip onu ihlal etmek benim için bir yaratma refleksi

15 0
27.04.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

27 Nisan 2025

Ebru Ojen

Ebru Ojen, yeni kitabı “Belgrad Kanon” ve dayatmalar çağının ortaya çıkardığı zorlu ve zorunlu insan hikayelerini anlattı. Bir sektör olarak edebiyat, yayıncılar ve “İnsan neden yazar?”

- Romanlarınızda, özellikle “Aşı” ve “Belgrad Kanon”da, bireyin bedenine dayatılan politikaları statükocu hiyerarşik bir mercekle işliyorsunuz. Sizce beden, modern toplumda nasıl bir savaş alanına dönüştü ve yazarken bu savaşın hangi cephelerinde durmayı seçiyorsunuz?

Aşı romanımda bu olguyu fantastik bir dille görünür kılmaya çalıştım. Bunu o zamanlar çok da bilinçli bir yerden yaptığım söylenemez. Ama şahit olduklarım ve yazma arzum bir araya gelince ortaya Aşı çıktı. Aşı’da devletin dayattığı zorunlu aşı politikası halkın kısırlaştırılarak yok edilme korkusunu öyle boyutlara ulaştırıyordu ki insanların cinsel organları birer canavara dönüşerek bedenlerde metamorfoz yaratıyordu. Bu metaforik isyan, bedenin siyasi tahakküme karşı son siper olduğunun bir göstergesidir. Böylece beden, modern toplumda iktidarın dayattığı biyopolitik programlara direnebilen bir cephe halini alır.

Yazarken her zaman bu savaşın bedeni özgürleştirme cephesinde durmayı seçiyorum. Beden üzerinde kurulan hiyerarşik statükocu denetimi ifşa edip onu ihlal etmek benim için bir yaratma refleksi. Örneğin; Aşı’da dil yasaklarından kısırlaştırma endişesine kadar uzanan bir baskı paletini bedenin deformasyonu üzerinden dile getirdim. Dördüncü romanım Belgrad Kanon’da göçmen ve mültecilerin bedensel deneyimlerine odaklanarak, modern dünyanın “disipline edilmiş, ele geçirilmiş” bedenlerini yazdım. Sonuçta beden, hem iktidarın hem direnişin cepheleştiği bir alan, bu savaşı, savaşın yarattığı etkileri, fiziksel, zihinsel ve ruhsal çürümeyi anlatmak benim için önemli.

- Postkolonyal teorinin lensinden, “Belgrad Kanon”, Homi Bhabha’nın “melezlik” veya “üçüncü alan” kavramları bağlamında, kimliklerin sınırlarını nasıl zorluyor ya da yeniden inşa mı ediyor?

Doğrusu romanlarımı kuramsal bir gözle incelemedim, bunu kuramcıların, akademisyenlerin ya da eleştirmenlerin yapması daha yerinde olur bence, ama madem sordunuz sorunuza cevaben deneyeceğim.

Melezlik, öznenin kendi sınırlarını aşarak başkasıyla yeni bir birlik kurabilmesini varsayar. Ama Belgrad Kanon’da başkasıyla birleşmek bir olanak değildir. Çünkü orada özne zaten bütün değildir; sürgün, travma ve bedenin kırılganlığı ile eksik doğmuştur. Eksik olan bir özne nasıl başka bir varlıkla birleşebilir ki? Bu birleşme değil, olsa olsa çarpışmadır. Belgrad Kanon’daki karakterler melezleşmiyorlar birbirlerine çarpıp dağılıyorlar bana kalırsa.

Ayrıca “mekân” bir yer tutma, bir “orada-olma” hali değil midir? Bence Belgrad Kanondaki mekânlar bir yer değil tam tersi yersizliktir. Kumaş deposu da, kumarhane de, sokaklar da, hepsi bir geçicilikle, bir barınamama haliyle kurulur. Akademisyen Bhabha’nın bahsettiği Üçüncü alanın doğurganlığı yoktur burada; yalnızca sürgünün mekânsızlığı vardır. Belgrad Kanon mekânları değil kopuşu anlatır. Bu sebeple bir yerde sabit durmayan karakterleri okurken bizde geçip gittikleri mekânlarda tam olarak duramayız. Dilin çoğulluğu, melezliğini, doğurgan gücünü de görmeyiz böyle çarpışmalarda. Açıkça Belgrad Kanon’daki karakterler dil ile birbirlerine ulaşamazlar bile. Birbirlerinin dilini bilmezler bu karakterler. Kürtçe, Sırpça, Türkçe, Romence… Her biri başka bir hafızayı taşır, ama hiçbir dil tam olarak anlamı taşımaz bu insanlar arasında. Dil, burada bir köprü değildir, geçmişin taşıyıcısı, travmanın yankısıdır. Yani dilin logos olma iddiasının çöker burada. Artık kelime nesneye denk düşmez. Anlam, dile değil kedere siner. Ben romanı tamamen içsel bir hisle böyle kurdum. Romanlarımdaki karakterler birbirlerine, mekânlara, dile, atmosfere, üsluba çarpar, orada patlar ve dağılarak iz bırakır. Çünkü onlar sahicidir.

- “Belgrad Kanon”un kurgusal yapısı ve dil işçiliği, modernist veya postmodernist anlatı tekniklerinden hangilerine yaslanıyor? Örneğin; parçalı anlatılar, çokseslilik veya metinlerarasılık gibi unsurlar, romanın okuru rahatsız etme veya ona meydan okuma stratejisini de içeriyor mu?

Yazarken herhangi bir teknik kullanmıyorum. Zaten teknik dediğimiz şey, çoğu zaman sonradan ad koyduğumuz bir sezgi kalıntısıdır. Kuramsal kavramların, tekniklerin içine sıkışarak yazabileceğimi sanmıyorum. İnsan bir yerden diğerine geçerken ardında anlamlı bir bağlam bırakmaz; yalnızca bazı izler bırakır. Roman da o izlerin toplamıdır, bir anlatı değil, bir iz sürme eylemidir bence. Ben bu izleri sürüyorum ve bunu tamamen hislerimle yapıyorum.

Okuru rahatsız etmek konusu ise bir strateji değil, tamamen hakikatin etkisi. Anlatılan yalnızca bir hikâye değilse o zaman huzursuzluk kaçınılmazdır. Bu rahatsızlık, bir provokasyon değil, bir tanıklıktır. Yazı her zaman kendi kendini tanık kılarken, okura da tanık olmayı dayatır zaten. Bir teknikle değil, bir zorunlulukla, arzuyla yazıyorum ben. Ve bu zorunluluk, bu arzu, ne estetik bir stratejiye indirgenebilir, ne kuramsal bir çerçeveye sığar.

- Agamben’in “çıplak hayat” kavramı ışığında da ele alınabilecek olan “Belgrad Kanon”daki karakterlerin toplumsal ve siyasi dışlanmaya maruz kalan bireyler olarak konumlanışını şimdi ona dışarıdan bir okur gibi baktığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz? Roman, bu “çıplak hayat” halini bir direniş alanına dönüştürmek için hangi estetik veya tematik araçları hangi tekniğe dayanarak kullandınız?

Agamben’in “Homo Sacer” kitabını geçen senelerde okumuştum ve pek bir şey anlamamıştım. Sonrasında siyaset bilimi ile ilgilenen bir arkadaşım bana biraz daha anlaşılır bir dille kitapta geçen kavramları anlattı, üzerine uzun uzun konuşmuştuk, böylece “Homo Sacer” kafamda berraklaştı. Şimdi sizin sorunuzla beraber kendi romanımı düşününce Agamben’in “çıplak hayat” dediği kavram, ilk bakışta “Belgrad Kanon”daki karakterlerin konumunu analiz etmek için cazip görünebilir, ama ben bu kavramın, özellikle İhsan ve Sedat’ın kişisel tarihleri ve ait oldukları halkın durumu göz önünde bulundurulduğunda; asimilasyon süreçleri ve siyasi kaçaklık gibi tarihsel, coğrafi ve kolektif mücadele dinamiklerine dayanan somut direniş biçimlerini kavramakta yetersiz kaldığını düşünüyorum.

Agamben’in “çıplak hayat”ı, egemen........

© T24