menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Dar kapıdan geçememiş bir yazar, André Gide

26 1
02.11.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

02 Kasım 2025

André Gide

André Gide, 20. yüzyılın en önemli Fransız yazarlarından biri olarak, bireysel özgürlük arayışı, toplumsal normlarla çatışma ve dinin insan ruhu üzerindeki etkilerini sorgulayan eserleriyle edebiyat tarihinde derin bir iz bırakmıştır. 22 Kasım 1869’da Paris’te doğan Gide, Protestan bir ailenin katı ahlaki disiplini altında büyüdü. Babası Paul Gide, Sorbonne’da hukuk profesörü olarak entelektüel bir otoriteyi temsil ederken, annesi Juliette Rondeaux, Normandiya kökenli bir Katolik aileden gelmesine rağmen Protestanlığın sert ilkelerine sıkı sıkıya bağlıydı. Gide’in erken yaşta, sekiz yaşında babasını kaybetmesi, annesinin aşırı korumacı tutumuyla birleştiğinde, onun ruhsal dünyasında derin bir yalnızlık ve içe kapanma yarattı. Bu yalnızlık, Gide’in yazma pratiğinin temelini oluşturdu; kelimeler, dış dünyayla bağ kurmaktan ziyade, kendi içsel çatışmalarını anlamlandırmanın bir yolu haline geldi. Psikolojik açıdan, Gide’in erken yaşamındaki bu tecrit, bireysel arzular ile toplumsal ve dinsel beklentiler arasındaki gerilimi doğurdu. Freud’un kavramlarıyla ifade edilirse, superego’nun katı ahlaki kuralları, id’in bastırılmış isyanlarını körükledi ve bu dinamik, Gide’in eserlerinde sürekli bir tema olarak ortaya çıktı.

Gide’in edebi yolculuğu, 1891’de yayımlanan “Les Cahiers d’André Walter” (André Walter’in Defterleri- Günlükler) ile başlar. Otobiyografik unsurlar taşıyan bu eser, genç bir adamın “yasak aşk” ve “manevi arayışlar” arasında sıkışıp kalmasını konu edinir. Sembolist etkiler taşısa da, eserin asıl gücü, Gide’in kendi ruhsal ikilemlerini cesurca ifşa etmesindedir. André Walter’in güncesi, adeta Gide’in kendi iç dünyasının bir yansımasıdır; her satırda, bireyin arzuları ile toplumsal ahlak arasındaki mücadele hissedilir. Psikolojik bir bakış açısıyla, bu eser Gide’in narsisistik eğilimini ortaya koyar: Yazmak, onun için hem bir kurtuluş hem de bir tuzaktır. Birçoğumuz için olduğu gibi. Kendini kelimelerle ifade etmek, bir yandan özgürleştirirken, diğer yandan kendi günahlarını ve zayıflıklarını sürekli yargılama döngüsüne hapseder. Toplumla ilişkisi bu noktada şekillenir: Protestan ahlakı, günahı itiraf etmeyi teşvik ederken, Gide bu itirafı bir isyan aracına dönüştürerek toplumsal normları sorgular. Bu, onun eserlerinin temel bir özelliği haline gelir: Toplumun dayattığı ahlaki çerçeveyi reddetmek, bireyin özgünlüğünü yüceltmek dairesi içinde tabii. Tıpkı Yusuf Atılgan’ın kitaplarındaki gibi...

1893’te Kuzey Afrika’ya, Tunus’a yaptığı yolculuk, Gide’in hayatında bir dönüm noktası oldu. Çölün özgürleştirici atmosferi ve Arap kültürünün duyusal zenginliği, Avrupa’nın boğucu ahlaki ikliminden bir kaçış sundu. Bu deneyim, Gide’in cinsel uyanışını tetikledi; genç erkek bedenlerine duyduğu çekim, bastırılmış arzularını yüzeye çıkardı. 1897’de yayımlanan “Les Nourrituresterrestres” (Dünya Nimetleri), bu uyanışın lirik bir manifestosudur. Nathanaël’e seslenen bu eser, “Yaşa, Nathanaël, yaşa!” çağrısıyla, dinsel ve toplumsal kısıtlamalara karşı bir isyan bayrağı çeker. Gide, burada Protestanlığın “günah” kavramını reddederek, duyusal zevkleri ve bireysel özgürlüğü yüceltir. Toplumun gözünde bu, “ahlaksız bir başkaldırıdır”; ancak Gide için, bireyin özünü bulmasının yoludur. Psikolojik olarak, bu eser Gide’in içsel çatışmalarının da bir yansımasıdır: Özgürlüğe duyulan yoğun arzu, ani bir melankoli ve yalnızlıkla dengelenir. Afrika’dan döndüğünde, Paris’in entelektüel çevrelerinde kendini yeniden bir bataklıkta bulur. “Paludes”........

© T24