menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Beşir Ayvazoğlu: Garip şairlerini hiç ciddiye almamıştım, ama İkinci Yeni şairlerini daha önce keşfetmiş olsaydım, belki bugün başka bir yerde olurdum

20 5
16.02.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

16 Şubat 2025

Beşir Ayvazoğlu

Her yeni kitabı bir davetiye olan, edebiyatımızın son büyük çınarı Beşir Ayvazoğlu, 57 yıllık Edebiyat araştırmalarına konu kitapları ve yeni kitabı “Dersaadet’in Kalbi”ni anlatıyor. Yazdığı her kitapla biyografisini yazdığı her yazarın yaşadığı dönemi yaşayabilmenin kapılarını açıyor.

- Külliyatınızı ne zaman “işte bitirdim” desem, hemen yeni bir kitap çıkıveriyor. Yetişmekte güçlük çekiyorum size. Herkesi geçmenin üzüntüsünü taşırken, size bir türlü yetişememenin de bende yarattığı bir sevinç var. Bu Şubat’ın 11’inde yetmiş yaşı iki yıl daha geride bırakmış olacaksınız. Bana kalsa, Allah ömürler versin, bir bu kadar daha yaşamalısınız. Siz ne yazarsanız yazın, nasıl anılırsanız anılın, benim için “Hem gelmeni istedim hem bekletmeni / Sen mi daha güzelsin, beklemek mi seni” satırlarının şairi olarak kalacaksınız. Edebiyat, ne ekseniz yutan bir bahçe, sizi yutamamış ve sizin gibi kendinde ne varsa edebiyata vermiş, kendini, kendi şiirini feda etmiş çok kimseler yok artık çünkü. Bunca yıl bu kendini feda edişin “ilahi” bir amacı olmalı. Bu hizmet, bu feda ediş kendini, kendi şiirini, bunca yıl ne içindi?

Önce teşekkür etmek istiyorum. Bir yazarın sizin gibi bir okuruyla karşılaşmasının ne büyük bir saadet olduğunu tahmin edersiniz. Evet, şiirle başladım, fakat modern çağın şiirine ayak uyduramadım. Şairliğim için Rabia Hatun’un şu mısrasını hatırlatmak isterim: “Bir ses içinde kaldı, canan unutmuş zahir!” Kısacası benim şiirim mevcut şiir ortamında anakronik görünüyordu. Ayrıca gazetecilik mesleği hiç de bir şairin yapabileceği bir meslek değildir. İstesem de şiirde devam edemezdim, çünkü şiir, bütün diğer sanatlar gibi adanmışlık ister. Gerçek şair, yirmi dört saat şairdir. Şunu da mutlaka ifade etmem gerekir: Yahya Kemal’i çok erken keşfetmiş olmak hem şansım, hem şansızlığımdı. Şansımdı, çünkü onun şiiri Osmanlı tarihine, kültürüne, şiirine, eski musikiye, İstanbul’a, hat sanatına vb. açılan altın kapım oldu. Şanssızlığımdı, çünkü şiire onu taklit ederek aruz vezniyle başladım. Aruzu on beş yaşımda bile kusursuz kullanabiliyordum; gazeller, kıt’alar, rubailer yazdım, hatta bir kasidem ve Yahya Kemal’in “Veda Gazeli”ni tahmîsim var. Garip şairlerini hiç ciddiye almamıştım, ama İkinci Yeni şairlerini daha önce keşfetmiş olsaydım, belki bugün başka bir yerde olurdum. Zamanla Yahya Kemal’in açtığı kapıdan kültürümüzün zengin dünyasına daldım ve öğrendiklerimi yazarak paylaşma ihtiyacıyla kıvranmaya başladım. Bu yönelişimde eski harfleri çok erken öğrenmiş olmamın da payı vardır.

1968 yılında yazmaya başlamış olmakla beraber ilk ciddi denemem, kelimenin tam anlamıyla cahil cesaretinin bir ürünü olan “Aşk Estetiği”dir; Türk-İslâm sanatlarının arka planına, felsefî ve estetik dünyasına nüfuz etmek amacıyla yazdığım, büyük bir kısmı Hareket Dergisi’nde yayımlandıktan sonra 1982 yılında –tam kırk üç yıl olmuş– kitaplaştı ve galiba bir boşluğu yakaladığı için çok okundu, konuşuldu, tartışıldı. Hâlâ hemen her yıl basılır. Son baskılarının başında bu kitabın macerasını anlattığım uzun bir “giriş”im vardır. Bu kitabı yazmış olmamın en büyük faydası, felsefe, estetik ve tasavvufa dair bir yığın kitap okumuş olmamdır. Velhasıl, nesrin tadını almıştım, ama gazetecilik mesleği beni teorik meselelerden kopardı ve kültür ve edebiyat tarihine yöneltti. Çünkü çalıştığım bütün gazetelerde kültür sayfalarını yönettim. Çok ve hızlı yazmamda gazetecilikten kaynaklanan yazma pratiğinin payı yüksektir. Artık şiir yazmıyor, büyük şairleri okumayı tercih ediyor ve onların hayatlarına ilgi duyuyorum. Tuhaftır, on beş yaşımda yazdığım ve Sivas’ta haftalık bir mahalli gazetede beş hafta tefrika edilen ilk uzun soluklu metnim bir Ali Şîr Nevaî biyografisiydi.

- Yazdığınız kitapları ne ben ne akranlarım bir araya gelsek yazamayız. Bunca arşiv taraması, bazen çeviriler, bunca görseli bulup ayıklamak, tasnif kendi başına büyük bir iş zaten. Yanı sıra her kitabın içinden ayrıca bir kitap çıkarıyorsunuz. Bir kitabı hazırlarken başka kitaplara da hazırlanıyor, onların böylece temellerini de dinlenmeden atmış oluyorsunuz. Böyle olunca sizi dinlenirken görsem, dinlendiğinize inanmam. Bugünün yazarları beni taşa tutabilirler, “gül attılar” derim, ama böyle çalışamazlar, çünkü böyle donanımlı değiller. “Ateş Denizi” herkesin yazabileceği bir kitap değil mesela. Romanlarınızda dahi edebiyat tarihine katkıda bulunuyorsunuz. Şeyh Galip’den Tanburî Cemil Bey’e, Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a gerçekçi yaklaşımınız kurguyu rafa kaldırtır. Bir edebiyatçıyı “mahir” yapan kurguyla gerçeği ayıramayacak duruma düşürmek mi okuru?

Çok yazdığım doğrudur. Yazdıklarıma yetişememekten yakınan birçok okuyucumla karşılaştım. Bazı okuyucularım da hemen her kitabımın yeni baskılarının zenginleşmiş olmasından yakınıyorlar. Hepsine hak veriyor ve hatta suçluluk duyuyorum. Ama bilgi yerinde durmuyor, yazılanlar eskiyor, güncelleme ihtiyacı doğuyor. 2005 yılında emekli oldum, o tarihten beri serbestim ve sadece şiiri değil, zihnimi çok meşgul edecek köşe yazarlığı ve televizyon programcılığı gibi işleri de terk ettim. Kitaplarımın geliri kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmemi sağladığı için kalan ömrümü biriktirdiklerimi kendimle beraber götürmemeye kararlıyım, o sebeple çok çalışıyor, günlerimin en az on saatini okuyarak ve yazarak yaşıyorum.

“Yaşıyorum” dedim de aklıma geldi; aslında çok boyutlu bir zamanda yaşadığımı söyleyebilirim. Biyografisini yazdığım kişi hangi devirde yaşamışsa, o devre eskilerin tabiriyle “tayy-i zaman” ediyorum. Şeyhi Galib’i yazarken 18. yüzyılda, Tevfik Fikret’i yazarken 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, Mehmed Âkif’i, Yahya Kemal’i, Hâşim’i, Peyami’yi, Asaf Hâlet’i, Nurullah Ataç’ı vb. yazarken 20. yüzyılın ilk yarısında yaşadım. Hatta “Ateş Denizi”nde –yarı belgesel bir romandır– Galip Tahiroğlu kimliğiyle hayatlarını yazdığım şair ve yazarların arasına karıştım, biliyorsunuz. Dersaadet’in Kalbi’nde de bazı bölümlerde mesela Sait Faik’in “Havuzbaşı” hikâyesinin içine girdiğimi, İbnülemin’in Bakırcılar’daki konağında hayalen bir pazartesi gecesi buluşmasına katıldığımı vb. fark etmişsinizdir. Birçok okuyucumu “Ateş Denizi”ndeki hatırat metinlerinin tamamen kurgu olduğuna inandıramamıştım. Geçmişle ilgili bir şeyler yazmak istiyorsanız, yazdığınız devri bütün yönleriyle iyi tanımanız ve derinliğine hissetmeniz gerekiyor.

- Yazarlarımız, özellikle şairler, birbirleri hakkında pek hoş konuşmazlar, hep bir yarış, hep bir rekabet. Birbirleri hakkında övücü sözler edenlerin de çıkar ortaklıkları vardır. Saygı, sahte bir mefhum... Edebiyat bunun için değil oysa. Yanılıyor muyum? “H’nin İki Gözü İki Çeşme”de canım Asaf Hâlet’in yaşadıklarında da görüyoruz bunu. Hiçbir şair Asaf Hâlet kadar acımasızca alaya alınmamıştır. Alaya alınmalar, aşağılanmalar, hedefe konmalar ona kimselerin yazamayacağı şiirler de yazdırdılar, ama yaralanmaktan kaçamadı hiç. Yazdığınız biyografiler arasında en hüzünlüsü de odur kanımca. Kitapta yer alan kimi karikatürlere durup durup baktım da, ben dayanamazdım doğrusu. Konak günlerinden birden alaşağı olmak dışında bu alaya alınışların da onun intihar girişiminde payı olabilir mi? Olmak istediği yerde istenmeyenin akıbeti hep bu mu olmuştur? Asaf Hâlet’ten bu yana pek değişen bir şey de olmamış bu konuda. Peki, ama neden bu düşmanlık? Hiç mi değişmeyecek bu gidişat?

Şu sıralarda sıra dışı bir tarihçi olan İsmail Hami Danişmend’i çalışıyorum. Biliyorsunuz, 1940’larda dillerden düşmeyen ve başlı başına bir edebî hadise olan Râbia Hâtun şiirlerinin şairi odur. Bu şiirlerin meşhur olan ilk üç kıt’asını Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi’ndeyken Ulunay’ın bir yazısında okumuş ve hayran olmuş, hatta bir mektubunda Piraye Hanım’a aşkını bu şiirlerle dile getirmiş. Ziyaretine gelen herkese de okurmuş. Memet Fuat, kendisiyle yapılmış bir röportajda bakın ne diyor: “Yahya Kemal’den söz ederken, elini göğsünün üstüne bastırıp ‘Hocamdır!’ diyen, ‘Dinle, bak, ne kadar güzel!’ diye, cezaevinin görüşme yerinde Râbia Hâtun’dan şiirler okuyan Nâzım Hikmet, benim daha baştan sanatta yobazlığa düşmemi engellemiş, yazdığı mektuplarda birçok konuyu açık seçik anlamamı sağlamıştır.”

Doğrusu, hem Nâzım Hikmet’in sözleri, hem de Memet Fuat’ın bu sözleri naklediş tarzı çok hoşuma gitmişti. Eskiler, dünya görüşü itibariyle çok ayrı yerde dursalar da gerektiği zaman aynı masada buluşup görüşebiliyor, medenice tartışabiliyorlardı. Bu anlayışı keşke iki taraf da “içselleştirmiş” olsaydı. Dostluklar kavga ede ede de devam ettirilebilir. Ahmet Hamdi Tanpınar (belki biraz da Oğuz Atay) olmasaydı, son zamanlarda iki tarafın üzerinde birleştiği hiç kimse kalmamış olacaktı. 1940’lardan itibaren, ama özellikle 1960’lardan sonra mahalleler arasına kalın duvarlar örüldü. Bu duvarlara aldırmayanlar var, ama çok değil. Modern şiirimizin en önemli isimlerinden biri olan Asaf Hâlet Çelebi’nin niçin aşağılandığını biliyorsunuz; Şeyh Galib’den, III. Selim’den, Cüneyd’den, Mevlânâ’dan, Tasavvuf’tan, Budizm’den, Mısır medeniyetinden vb. beslendiği için... Aşağılamayı şairin şekline şemaile kadar........

© T24