menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ben seni beklerken bir âşık bekliyordum, ebedi uykuya hazır

10 0
18.08.2024

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

18 Ağustos 2024

‘Kader’ denen saate,

müdahale edemeyenlere…

“Hayran olduğum şairler boş bulunduğum bir an beni arkadan bıçaklayanlardır.” -Şule Gürbüz, Kambur

Geceleri avluya çıktığında ben de çıkardım peşinden, aradığı şeyin ardından yürür gider de birden mecnun gibi kırklara karışır kaybolur, bir daha da geri dönemez diye. Aradığı şeyin içinde olduğunu ne kadar tutup yakasından söylesem de yüzüne, anlamazdı. Ah, bilmez miyim, o da O’nun içine girmek istiyordu sanki. Beni de bu yüzden duymuyor, anlamıyordu tabii. Sanırdı ki, tecelliler O’nun bizzat kendisi. Bir nesneyi tuttuğunda sıkı sıkı O’nu tutar, sevdiğinde birini sanki sinesine O’nu basar da severdi. O kimdi ki? Çocukken bir şeyden korkar da, o korkunun bazen birden kokusunu almış gibi irkilirdi ya hani insan, işte öyle bir şeydi onun aradığı şey. O’nu hem çok sevecek, hem de O’ndan çok korkacaktı. Gözüyle de görecekti, kokusunu burnunda hissedecek, kaçmak istediğinde O’ndan yine koşup O’na kavuşunca göğsünde sızlayan yer birden çatlayacaktı da ancak o zaman durulacak, o zaman iyileşecekti. “İyileşecekti” diyorum, ama bu bir hastalık da değildi. Belki de yiğitliği buna “hastalık” diyecek kadar ileri bir yerde değildi. Yiğitlik ne idi ki? Hayatı boyunca bir sır gibi yaşayacak, sır vermeyecek, herkesi sevecek, ama kimseye de güvenmeyecekti. Öyle de oldu tabii.

Bazı geceler avluda oturup göğe baktığında, içerideki kitaplar, dışarıdaki o bahçe olmasa çoktan delirecekmişti, gibi gelirdi bana. Aslında yine de delirmeliydi, ama hayret doğrusu delirmedi. Bu deliremeyişe “metanet” diyordu diğerleri. “Ruh hali” değil, “kişilikti” bu. Ben görüyor, biliyordum halini, o “metanet” dedikleri şeyin. Geceleri uykusundan uyanır, ışıksız otururdu sabaha kadar üzerinde yatağının, sanki az sonra birden dışarıya koşarak çıkacakmış gibi. Başkalarının bakıp görüp geçtikleri o metanet, sabah namazlarında ağlaya ağlaya dizlerini döverdi. Bütün çocukluğu boyunca beklediği vahiy yerine, sabahları saat beşte açılan kapıdan sadece babasının sesi dökülürdü odasına, “Haydi namaza! Haydi namaza!” Bu sesten yapılmış bir hançer saplanırdı da bağrına, ama yine de küsmezdi Allah’a. İbrahim’e inanıp Firavun’un ekmeğini yemek gibiydi. Öyle derler ya hani. Öyleydi. Başka hiçbir vakit de namaza durmamıştı, durmazdı da. Sabahları erken uyanmak Allah’ın emri olmasa, uyanmazdı belki de. Ben de izlerdim onu. Sabah namazlarında durup birden ağlayarak vura vura dizlerine, kabuğunu çatlatıp da kendinden dışarıya çıkacak “oh, nihayet!” diyecek diye. O kabuk hiç çatlamadı, o da kendinden dışarıya hiç çıkamadı. Güldüğü de olurdu kendi kendine bazen konuşup bazen uyanıp da uykusundan “aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor” derdi, içinden. Sanki arayanı soranı varmış gibi… İsyan da ederdi “verdiklerin aldıklarının yerini tutmuyor Allah’ım!” derdi. Laf! Ama doğrusu, hiçbir şey hiçbir şeyin yerini tutmuyordu gerçekten de. O da birinin yerini doldurmak için gelmişti, yaşadığı eve ilk geldiğinde. Onu bir eşya gibi tutup kolundan hangi köşeye koysalar, elinden tutup kime gösterseler manasız, yerine yakışmayan bir eşya gibiydi hakikaten de. Onun da hakikati buydu ama. Yaşardı, çok şeyler bilip de bunu bilmeden. Ne tuhaf!

Öyle tez canlıydı ki, yedi aylık doğmuştu. Yedi aylık olduğunda alt dişleri çıkmış, emeklemeden ayakta durmayı başarmıştı bile, keçi yavrusu gibi. Öyle yazılmıştı dosyasına, eklensin diye yanına daha sonra başka vukuatları da olursa diye. Hayatına mizan ve nizam veren dedesinin dizlerinin dibinde kedi gibi tüner, onun yüksek bir sesle uzun uzun heceleyerek okuduğu “Sevgili Peygamberim”i dinlerdi. Dinlerken de bir başka âlemde gezerdi. Tepeleri terk eden okçulardan olan dedesi, bazen okuduklarına ağlardı, o da birden doğrulur, “Nerdeymiş o zalimler, alayım Peygamberi onların elinden hemen!” derdi. Kimseler o dalgın bakışlarla nerelere gittiğini bilemezdi. Onun nerelere nasıl gittiğini bilse bilse -sonra bir daha nasıl dönüleceğini geriye bilmese de- İbnü’l Arabî bilirdi… O gün mü yutmuştu yoksa içinde bir türlü çimlenemeyen o tohumları, kim bilir? Sokağa çıkmak yasaktı, garip çocuktu ezelden beridir, o zamanlar da kaybolur diye korkardı herkesler. “Sonra al başına belayı…” Aslında keşke sokağa çıksaymış, kaybolsaymış... Fakat dünya, bildiğin gibi işte, olmamış!

Kitaplar arasında bir dünyada kaldı bütün çocukluğu boyunca ve bin yıl yaşamış gibi ustası da olacaktı dışarıdaki hayatın, içini görecekti baktığı her şeyin, herkesin… Korkunç olan da buydu işte. Nasıl olduysa oldu, kendi kendine okuma yazma öğrenmişti. Zehir bu ya, içindeki sıkıntı büyümüş de büyümüştü böylece. Kimseler bunu görmemişti bile. “Benim iradem var!” dediği günlerden utanacaktı, ama sonra bir gün iradesi de elden gittiğinde… Sonra bir gün dışarıya çıkma vakti geldiğinde, kanatları öyle ağır gelmişti ki, nasıl uçacağını bilememişti. Nerelerdeymişti o günler tahta kanatlarla uçan İsmail Cevheri? “Uçacağım” diye ölmüştü ya, tabii! Başını kaldırıp göğe baktığında yere çakılmanın sesini yüz yıllar öteden duyunca, hemen de uçmaktan vazgeçmişti. Bir uyanık o idi ya… “Yürü ya kulum” denmiş kanatları sırtında bir yük, yürümüş de yürümüştü. Yazı yazacakmıştı. Kalem, kâğıt sesi duymasın, cezbe gelirdi, ama hep bir şeyler eksikti... On iki bilinmeyenli denklemleri çözmek onun işi, onun işi oluvermişti tas tas sulara damlattığı kanda, avucuna döktüğü mürekkebin içinde dünyanın ne yana döneceğini görmek, geceleri üçte uyanıp istihare namazlarında yarına bakmak... Kime danıştığını da bilmeyerek, ahmak! Hiç de inanmazdı rüyalara üstelik. Meraklısı için “yazılım” diye bir şey vardı artık. Matematiği de bu yüzden severdi, istatistikte de ondan iyisi omuzlarımızda taşıdığımız günlere şahit kalem tutan ilahi kâtiplerden başkası değildi. İnsanlar hakkında öngörüde bulunmak için onlar hakkında bildiklerimizin bir veri olduğunu söylerdi mesela. Ee, doğruydu tabii… Bu, o şuursuz zaferini ilan eden öngörülerden çok uzakta yarısı sezgi olsa da matematikti. Bu da bir ilimdi, hem de bilimsel. Kafası da kalbi de ruhu da “onu da bileceğim, bunu da bileceğim” diye karışmıştı,........

© T24


Get it on Google Play