Aziz Gökdemir: Sanatsal yaratıcılığın otoriteye karşı bir direnç unsuru oluşturabileceği noktanın çok çok ötesindeyiz artık
Diğer
04 Mayıs 2025
Aziz Gökdemir, “İmraparatora Veda” adlı romanıyla yenidünyanın eski alışkanlıklarını, masum bir çocuğun dönüştüğü, dönüştürdüğü güç zehirlenmesini ve edebiyat ortamının büyük derdi intihalleri ve yarattığı mağduriyetlerin üzerini mağduriyetle örtmeye çalışanları konuştuk:
- “İmparatora Veda”da padişahın otoritesi, imparatorluğun her köşesini kontrol etme arzusuyla şekilleniyor. Günümüzde otoriter rejimler, yapay zekâ destekli gözetim sistemleriyle bireylerin özel alanlarını bile işgal ediyor. Romanınızdaki padişah figürü, bu distopik gözetim çağında bireylerin mahremiyetini koruma mücadelesine nasıl bir perspektif sunuyor? Sizce bu tür bir otoriteye karşı direnç, sanatsal yaratıcılıkla güçlenebilir mi?
Romandaki padişah figürü –ana kişiler olan baba ve oğul Murad’la sınırlamayalım, Muradlar hanedanı ve tarihi öncülleri olan gerçek padişahlarla birlikte bütün bir sülale diyelim–Mussolini’nin epigrafta yer alan tanımıyla devleti, mutlak hâkimiyeti temsil ediyor. Her bireyden üstün, her şeyden daha değerli olduğu için sonsuz gözetim, kader belirleme, fişleme, esir alma gibi eylemlerinin tartışılmaz, otomatikman haklı ve meşru olduğu bir dünyadayız.
Aslında bu rejimlerle de sınırlı değil, ticari işletmeler en hevesli uygulayıcılar: Yakın gelecekte pasaportlara ihtiyaç duyulmayacağını düşünüyorum, örneğin. Birçok havaalanında son aşamada pasaport veya uçuş kartınızı göstermeden uçağa biniyorsunuz, çünkü uçağın kapısındaki kameranın önünde yarım saniye durmanız, sistemin sizin gerçekten siz olduğunu doğrulamasına yetiyor. Bir futbol takımını sosyal medyada eleştirdiğiniz için takım sizi kara listeye alabiliyor ve stada girmeye çalıştığınızda herkesin yüzünü tarayan kameralar sayesinde güvenlik on saniyede yanınızda bitiverip sizi dışarı atabiliyor. Bunlar devletlerin bütçelerinden ayrılan fonlarla özel sektörün geliştirdiği, sonra da devlet kullanımından hızla kamunun her alanına yayılan teknolojiler. Ehliyetlerimizi yenilerken sabıkalı gibi paşa paşa hepimiz parmak izimizi verdik. Oysa ehliyet emniyetten alınıp nüfus müdürlüklerine verilmiş, güya biraz daha “sivil” alana taşınmıştı. Aynı şekilde, özel kargo şirketiyle bir yerden bir yere bir kâğıt parçası dahi gönderirken kimlik numaramızı istemelerinin mantıklı bir gerekçesi varsa beni aşıyor. Sanatsal yaratıcılığın otoriteye karşı bir direnç unsuru oluşturabileceği noktanın çok çok ötesindeyiz artık. Oysa sanat olanı kayda geçebilir, deşifre eder, tiye alır, vesaire, ama sanatın da hatırı sayılır bir damarının hükümdarlar himayesinde üretildiğini düşünürsek, makbul olmayan sanatın git gide marjinalleşeceği ve etkisini yitireceği gibi karamsar bir düşünceye kapılmamak elimde değil.
- Romanınızdaki kadın karakter, imparatorluğun dayattığı düzene karşı sessiz, ama güçlü bir başkaldırı sergiliyor. Günümüz otoriter yönetimleri, algı yönetimi ve propaganda ile bireylerin hakikat algısını çarpıtıyor. Bu bağlamda, kadın karakterinizin direnişi, bireylerin kendi hakikatlerini inşa etme çabasına nasıl ilham verebilir? Sizce bu tür bir özgürlük arayışı, dijital çağın bilgi kaosunda nasıl yeniden tanımlanmalı?
Bastırılan, üstü örtülen gerçeklerin huyudur, bir delik bulup oradan fırlarlar. İfe’nin bir roman kişisi olarak iz bırakan özellikleri ya da davranışları arasında başına buyruk olması ve oraya buraya tırmanmasının yanında okuması, okuyamadığı, ondan saklanan bir metnin peşine düşmesi var. Romanda hatırı sayılır bir yer işgal ediyor bu. Bizden saklanan hemen her şeye biraz çaba göstererek erişebildiğimiz çağımızda bu ısrarlı arayışa ilham verici diyebilirsiniz, ben de İfe karakterinin günümüzün yılmadan arayan, sorgulayan insanlarından mülhem olduğunu söyleyebilirim. “Dijital çağın bilgi kaosu” dediğiniz şey, gerçekten de önemli bir sorun. Bilgi ve fikir zapt edilemeyince, sesi de kısılamayınca tek çare, bunun karşısına (Donald Trump’ın ilk dönemindeki danışmanı Kellyanne Conway’in unutulmaz deyişiyle) “alternatif veriler” çıkarmak ve agorayı onlarla kaplamak. Bundan dört-beş yıl önce bir trol operasyonu yüzlerce kişi istihdam ederek binlerce sahte medya organı oluşturabiliyor ve bunların ağzından on binlerce çöp haber yayarak kısa sürede yüz binlere, hatta milyonlara erişiyordu. Bu uğraş da artık yapay zekâya havale edilerek çok daha kolay ve etkin hale geliyor. Buna karşı seçici olmak, asparagas antenlerimizi dik tutmak dışında pek çare yok, ama en iyi niyetlilerimiz bile zaman zaman düzmece metinleri geldiği gibi bir tıkla bir sürü kişiye yolladığı için çetin bir yol önümüzdeki.
- Romanınızda imparatorluğun farklı kesimleri arasındaki çatışmalar, toplumsal dokunun hem zenginliğini hem de kırılganlığını yansıtıyor. Günümüzde otoriter rejimler, dezenformasyon kampanyalarıyla toplumsal grupları birbirine düşürerek parçalanmayı körüklüyor. Romanınızdaki bu çeşitlilik, günümüzün kutuplaşmış dünyasında toplumsal dayanışmayı yeniden inşa etmek için ne tür bir vizyon sunuyor? Sizce edebiyat, bu tür bir birleşmeye nasıl katkı sağlayabilir? Farklı zaman katmanlarını iç içe geçiren anlatım yapınız, tarihsel süreklilik ve kopuşlara dair nasıl bir perspektif sunmayı amaçlıyor?
Ah o çeşitlilik, o vizyon... Nedense veya primat bir içgüdü mü demeliyim, kendimize benzeyenlerle, “bizden” olanlarla topluluklar oluşturup diğerlerini dışlama eğilimliyiz. Bu itkiyle sınırlar çiziliyor, harp ediliyor, kan akıyor. Bunun ötesinde, bunun tersine bir toplum, bir gelecek hayal etmek, büyük bir cesaret ve azim istiyor. Bir saksı çiçeği gibi ihtimam istiyor. Çocukları bir araya koyduğunuzda ilk başta hiçbiri renk, din, ırk ayrımı gibi meseleleri takmıyor ama ortaokula doğru bir şeyler bozuluyor, bırakın farklı ten rengini, boyu posu veya giydiği pantolonu farklı olan ayrıma uğruyor, hudutlar belirleniyor. Nadir örneklerine rastladığımız, çok etnisiteli, farklılıkların barış içinde yaşadığı bir toplum oluşturduk diye arkanıza yaslanıp rahat edemiyorsunuz; gün geliyor güçlü güçsüzü eziyor, öldürüyor.
Edebiyatın çoğunluğa, ya da en azından muazzam bir azınlığa hitap ettiği devirler hemen her toplumda (dünyanın en çok kitap okuyan, her beş kişiden birinin kitap yazdığı İzlanda bir istisna olabilir mi?) farklı dönemlerde geride kaldı. Bugünün televizyon kanalları kadar ilgi çeken Shakespeare tiyatrosundan; Dickens’ın tefrikasının bir sonraki bölümünü okyanus ötesinden getiren gemiyi rıhtımda bekleyen kalabalıklardan; Hugo’nun, Sinclair’in tek bir romanla ülkelerinde yerleşmiş anlayış ve pratikleri silkeleyebildiği bir geçmişten bahsediyorum. (Bizde okuma bilen nüfusun yakın geçmişe kadar nispeten düşük olduğunu göz önünde bulundurursak, muadili ne olabilir, belki Direklerarası?) O nedenle günümüz dünyasında edebiyat belki bir azınlığı, etkin ve kalburüstü olsa da nihayetinde bir azınlığı heyecanlandırabilir ve bahsettiğiniz toplumsal dayanışmaya karınca kararınca katkıda bulunabilir, ama o çiçek kolay büyümüyor. Yüzde yüz karamsar olmayı savunan birisi değilim; tarih de bir yandan en beter hataları tekrar ederken diğer yandan şaşırtıcı gelişmelere sahne olabiliyor, göreceğiz –ya da bizden sonrakiler görecek. Romanın çalkantılı, çok katmanlı yapısı belki de buna açık bırakılmış bir kapıdır.
- Yukarıdaki soruya benzeyen, ama aslında onun da dışında otoriter yönetimler, tarihi çarpıtarak veya seçici bir hafıza yaratarak kolektif bilinci manipüle ediyor. Romanınızdaki hafıza teması, bu tür manipülasyonlara karşı tarihsel hakikati koruma mücadelesine nasıl bir yol haritası öneriyor? Sizce yazarlar, bu çarpıtmalar karşısında nasıl bir sorumluluk taşımalı?
Son yirmi-otuz yılda ürün veren gayri resmi tarihçilerin sevdiğim bir perspektifi var. Devlet katında, hatta halk arasında “ele güne karşı” ifade edilen tarih anlatısının yanında yaşayan başka bir anlatı var, fısıltılarla dahi olsa yayılıyor, yaşıyor. Yol haritası bunu yaşatmak için gereken koşulları karartmamaktan, daha doğrusu kararmasına mümkün mertebe direnebilmekten geçiyor. Yazarların tarih boyunca sorumluluğu belli: Doğru bildiklerini yazmak... Ama buna ek olarak belki denebilir ki doğru bildiklerini yazarken anlaşılır olmak. Anlaşılır olmaktan en küçük orta paydaya inmeyi kastetmiyorum, fakat sadece kendiniz ve arkadaşlarınız için yazıyorsanız, dünyayı değiştirmeyi bir yana bırakalım, anlamakta bile ne kadar başarılı olduğunuz tartışılır.
- İmparatorluğun çöküşü, otoritenin sürdürülemez doğasını gözler önüne seriyor. Günümüzde otoriter rejimler, ekolojik krizleri görmezden gelerek veya çarpıtarak kendi çöküşlerini hızlandırıyor gibi görünüyor. Padişahın hikâyesi, bu tür rejimlerin çevresel felaketlerle nasıl bir hesaplaşma yaşayabileceğine dair bize neler söylüyor? Romanınız, ekolojik çöküş çağında otoriteye karşı nasıl bir eleştiri getiriyor?
Ekolojik çöküş o denli her tarafımızda ve roman o kadar kişilerin birbiriyle tepişmesine odaklı ki, çevre felaketinin bir veri olarak kabul edildiği ve çok az işlendiği söylenebilir. Çin’deki durumu andıran, dışarıya başka hiçbir ülkenin rekabet edemeyeceği koşullarda üretim yapan ucuz işgücünü, özellikle uzun süre ayrı kalanların gözüne çarpan şehir büyümesini ve yoğun inşaat faaliyetini arka planda gördüğümüz ya da işittiğimiz sahneler var. Bunlardan hareketle, dünyada olan bitenin farkında olan bir okurun boşlukları kolayca doldurabileceğini düşünüyorum: Sadece para getirisi düşünülecek, o para en tepeden başlayarak seçkin bir zümreye dağılacak, tasmalı oligarklarla ülke kolayca idare edilecek. Doğa mahvolmuş, ne gam; yaşasın imparator...
- Kadın karakterinizin başkaldırısı, bireysel özgürlüğün sistem karşısında kırılgan ama kararlı bir ifadesi... Günümüz otoriter rejimleri, bireyleri dijital platformlara bağımlı kılarak ve algoritmalarla yönlendirerek yeni bir........© T24
