menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sarkacın yolculuğu

11 43
previous day

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

20 Nisan 2025

Bir Guns N’ Roses şarkısını kulaklığımda dinliyorum. “Başka hiçbir zaman bu kadar canlı hissetmedim,” diyor sözlerde. Düşünüyorum, canlı hissetmek için hep yeni bir şey mi yapmak gerekir? Yeni bir şehir, yeni bir ilişki, yeni bir kitap, yeni bir, yeni, yeni. Yoksa döne döne aynı şeyleri yapsak da olur mu? Buna her yaşımda farklı cevaplar verdim. Daha gençken değişim şarttı. Aynılık korkutucuydu. Ama zaman geçtikçe aynı günlerin içinde de bir şeyler buldum, ya da ben değiştikçe aynı gün başka görünmeye başladı.

Sabah kalkıp aynı şeyleri tekrar ediyorum. Alarm aynı saatte çalıyor. Aynı perdeden gün ışığı süzülüyor odaya. Aynı kahveyi aynı fincandan içiyorum. Neredeyse birbirinin aynı haberleri dinliyorum. Aynı yollardan yürüyorum. Aynı işi yapıyorum. Aynı marketten alışveriş yapıyor, aynı yemekleri pişiriyor, aynılarını yiyorum. Aynı sohbetleri yapıyorum bazen, hatta aynı cümleleri kurduğum oluyor. Seyahat rotalarım sıklıkla aynı. Aynı kitapları sürekli yeniden okumuyorum belki ama hep aynı türleri seçiyorum. Sonra bir an geliyor düşünüyorum; yahu ben Groundhog Day’e neden şaşırıyorum? Filmde Bill Murray’in canlandırdığı karakter Phil Connors, her sabah aynı günü, 2 Şubat’ı, yeniden yaşamaya başlar. Aynı radyo anonsuyla uyanır, aynı insanlarla karşılaşır, aynı sohbetleri eder, her şey birebir tekrar eder. Ama döngü kırılmaz, çünkü karakter değişmez. Yıllar önce izlediğimde bu filmi çok farklı anlamıştım. O zamanlar anlatının merkezine yerleştirilen aynılığı sivriltmiş ve esas meselenin tekrar olduğunu düşünmüştüm. Şimdi ise filmdeki döngünün bir aşkla kırılması fikri bana daha fantastik geliyor. Çünkü o döngüyü kırabileceğimize olan inancım, zaman geçtikçe zayıflıyor. Dahası ihtiyaç da duymuyorum. Aynı gün de kimi zaman büyülü olabiliyor pekâlâ.

Tekrar eden bir hareket, bir söz, bir gün, dışarıdan bakıldığında hep aynıymış gibi görünebilir. Ancak içimizde değişen şey, o tekrarın anlamını baştan sona dönüştürebilir. Rebecca Solnit’in dediği gibi, “Bazı şeyler tekrar ettiği için değil, değişmediği halde içimiz değiştiği için anlam kazanır.” Aynı fincandan içilen kahve, aynı sokakta yürürken görülen bir pencere, zamanın kendisi aynı kalmış olabilir, fakat algımız, duygumuz, belleğimiz dönüşür. Tekrarın içinde fark yaratmak, yalnızca yaşamla değil, anlatımla da ilgilidir. André Gide’in söylediği gibi, “Her şey söylenmiş olabilir ama kimse senin söylediğin gibi söylememiştir.” Tekrar ettiğimiz şeyler, başkalarının da yaşadığı şeyler olabilir; fakat o tekrarın içinden bakmak, o deneyimi kendi sesimizle dile getirmek, başka bir farkın kapısını aralar. Aynı günü yeniden yaşamak ya da aynı kitabı yeniden okumak, yalnızca bir tekrar değil, yeniden kurulan bir anlamdır.

Mrs. Dalloway’in tek bir güne sığan iç hesaplaşmasıyla, Bloom’un Dublin sokaklarında ilerlerken geçmişe ve mitolojiye açılan zihni arasında fark yok gibi, ikisi de zamanı “bükmekle” değil, onun içinde “kalmakla” uğraşıyor. Zamanı bozan şey, onun akışı değil, bizim o akış içindeki fark edişimiz.

Zamanın döngüsel anlatılarında sıkça karşımıza çıkan sorulardan biri, aynı günün gerçekten yeniden yaşanıp yaşanamayacağı. Bu tür anlatılar, tekrarı yalnızca olay düzeyinde değil, duyusal ve bilişsel boyutlarda da düşünmeye davet eder. Byung-Chul Han’ın modern zamana dair yorumları örneğin. Zamanın hız kazanmasıyla birlikte, derinliğini yitirdiği, deneyimlerin yüzeyde kalmaya başladığı söylenebilir. Bu bağlamda, bir günü yeniden yaşamak artık o günün anlamını yeniden kurmak değil, daha çok biçimsel bir tekrarın içinde yer almak anlamına gelebilir. Zaman, belirli bir düzen içinde akmayı sürdürürken, duyguda, bilinçte ve hafızada aynı izi bırakmayabilir. Takvim aynı günü gösterse bile, o gün artık tanıdık olmayan bir şeye dönüşmüş olabilir, ya da herhangi bir anlam taşımayabilir.

Bu tür bir kopuş hissi, Roland Barthes’ın Camera Lucida adlı metninde dikkat çekici bir biçimde açığa çıkar. Barthes, annesinin bir çocukluk fotoğrafına bakarken, yalnızca bir görüntüye değil, o görüntünün içerdiğini düşündüğü varlığa, duygusal yoğunluğa ulaşmaya çalışır. Ancak fotoğrafın sunduğu şey, o varlığın doğrudan temsili değil, yalnızca bir izidir. Zamanın ilerleyişiyle birlikte anlamın yer değiştirmiş olabileceği sezilir. Barthes’ın bakışı, tekrarın mümkünlüğünden çok,........

© T24