Kırılgan ilişkinin anatomisi
Diğer
07 Eylül 2025
Seyahatte olduğumda günleri karıştırıyorum; yine bir cuma ve yine yazımı teslim etmem gerekiyor. Dün The War of the Roses’ı izledim. Üstelik filmi beğenmedim. Ama daha önce de beğenmediğim ve iyi olmadığını düşündüğüm filmler üzerine yazdım. Diyeceksiniz ki, ikisi aynı şey değil mi? Değil. İyi bir filmi sevmeyebilir ve kötü bir filmi çok sevebiliriz. Velhasıl, film insana üzerine tartışabileceği bir yol haritası veriyor, yazacak çok şey var ama vaktim sınırlı, bundan sebep hızla konuya giriyorum. Filmin konusu yani ilişkiler meselesi öyle leziz, öyle katmanlı bir konu ki, başka haftalarda dönüp tekrar açmaya niyetim var buna.
Filmin başrollerini paylaşan Olivia Colman ve Benedict Cumberbatch, dünyanın en prestijli İngiliz oyuncularında ilk ona giren ikili olurlar rahatça, hal böyle olunca, ikili yan yana geldiğinde beklenti ister istemez yükseliyor. Ne var ki Jay Roach’un yönettiği ve Tony McNamara’nın uyarladığı The War of the Roses filmi bu beklentiyi karşılayamıyor. Warren Adler’in 1981 tarihli romanından uyarlanan hikâye, evlilikleri bir tür kara komedi Çernobil’ine dönüşen Ivy ve Theo’yu merkeze alıyor. 1989’da Kathleen Turner ve Michael Douglas’ın başrollerinde izlediğimiz uyarlamanın yeni versiyonu, rom-com estetiğini ödünç alıyor ama sonunda ne komediye ne de trajediye teslim olabiliyor. Colman ve Cumberbatch’in ustalığı tartışılmaz, fakat filmin asıl odak noktası -sevgiyle nefretin nasıl iç içe geçtiği, en çok da sevdiğinden nefret edebileceğin- inandırıcı olamıyor. Yan karakterler naylon, çatışma geç kalıyor, başta iyi gidebileceğine dair olan umut kaleleri, zaman geçtikçe bir bir yıkılıyor.
Filmler, ilişkilerin nasıl kurulduğunu, nasıl kırıldığını ya da nasıl sürdüğünü anlamak için birer deney sahası gibi. “İlişki” dediğimiz şey yalnızca aşkın tatlı iniş çıkışlarından ibaret değil elbette; ilişki kimi zaman birbirine tutunma ve dayanışma, kimi zaman da sessizce büyüyen çatlakların patlaması. Sinema bu karmaşıklığı çoğunlukla iki uç arasında resmediyor, ya idealize edilmiş bir uyum ya da tamamen zehirlenmiş bir birliktelik. Oysa gündelik hayat, bu keskin ikiliklerin çok ötesinde, daha dağınık ve çok katmanlı. Ki böyle filmler de çoğunlukla tadından yenmiyor. Bazıları da olabilecekken, köşesinden dönüyor.
Başlangıçtaki mutluluğun giderek çözülmesi anlatının en eski ve en güçlü formüllerinden biri. İzleyici ya da okur olarak biz de bu dönüşüme fazlasıyla aşinayız; çünkü kendi hayatlarımızda sevgiyle yıkımın, yakınlıkla kopuşun ne kadar birbirine yakın olduklarını deneyimliyoruz. Bu yüzden mutlu başlayan ama felakete evrilen hikâyeler, sadece dramatik kurgular değil, ilişkilerin kırılgan doğasını hatırlatan aynalar gibi işliyor.
Bu dönüşüm çoğu kez aşkın parlak vaatleriyle başlıyor elbette, sevgi, hayatı daha yaşanır kılıyor, dünyayı aydınlatıyor. Ama zamanla toplumsal kurallar, arzuların çatışması ya da birbirini tanıma çabasının sekteye uğraması bu ışığı söndürüyor. Araya hayat giriyor, ilişki ne yapsın?
Hemen aklıma gelen örnekleri yazayım. Tolstoy’un Anna........© T24





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d