Birlikte dağılmak, yeniden kurmak
Diğer
30 Mart 2025
Berlin'de bir konferans çıkışı, güneş göz hizamda. Unter den Linden'den Rosa-Luxemburg-Platz'a yürürken kafamın içi dolu, ama düzensiz. O an, içimdeki asıl yorgunluğun dinlediğim sunumlardan değil, kuramadığım cümlelerden kaynaklandığını fark ediyorum. Bir kafenin içine giriyorum. St. Oberholz. Bir ucunda yazılan, diğer ucunda sessizce susulan masalar. Laptopumu açıyorum ama yazamıyorum. Dışarıya bakıyorum. Pencereden geçen insanların yüzleri, içimdeki kelimeler kadar dağınık.
Üç gün önce İstanbul'daydım. Şimdi bir haber kanalında alt yazı olarak akıyor şehrim. Hareket ettikçe her şeyin bağlamının nasıl değiştiğine şaşırıyorum. Bedenin yer değiştirince duygular da yerinden ediliyor sanki. Yerinden edilmiş duyguların ortasında, “displacement” başlıklı bir sunum hazırlıyorum. Ama hikâyem eksik gibi. Ne tam bir trajedi, ne büyük bir zafer. Sıradanım. Belki de bu itidal hali, yani ifrat ile tefrit arasında asılı kalmak, görünmezliğin ta kendisi.
Toplumsal anlatılar hep en uçlarda yazılır. En fazla acı çeken, en büyük direnişi gösteren, en büyük başarıya ulaşan anlatılır. Oysa melankoli, sıkıntı, yılgınlık gibi duygular, ne kahramanlığa ne de trajediye yakıştırılır. Görmezden gelinir. Bu duyguların bastırılışı, sadece bireysel değil, sistematiktir.
Hannah Proctor, Burnout: The Emotional Experience of Political Defeat kitabında, politik mücadelelerin yalnızca coşku, kararlılık ve umutla değil; aynı zamanda yorgunluk, yas, melankoli ve derin bir içe kapanışla da örülü olduğunu söyler. Genellikle görmezden gelinen bu duygular, aslında her mücadelenin içinde sessizce akan, ama etkisi büyük olan duygusal izlerdir. Proctor’a göre politik yenilgi sadece stratejik bir başarısızlık değil, aynı zamanda bedende ve zihinde kalıcı izler bırakan duygusal bir deneyimdir. Bu izlerin bastırılması ya da dışarıda bırakılması, mücadeleyi steril ve tek boyutlu hale getirir.
Çünkü mücadele yalnızca kazanmak için değil, çoğu zaman yenilerek de var olmaktır. Ancak biz çoğunlukla yalnızca zaferleri anlatır, kayıpların duygusal yükünü konuşmaz, anlatı dışına iteriz. Oysa bir harekete katılan bireylerin iç dünyasında yankılanan yılgınlık, hayal kırıklığı ya da tükenmişlik de en az stratejik kararlar kadar politiktir. Bu bastırılmış deneyimlerin görünür kılınmaması, kolektif hafızayı eksiltir; duyguların ve hatıranın alanını daraltır. Politik olanın yalnızca eylemde, meydanda, sloganda değil; sessizlikte, çekilmede, geri durmada da yer bulduğunu fark etmek gerekir.
Sara Ahmed, duyguların salt bireysel ya da içsel deneyimler olmadığını; aksine toplumsal ilişkiler içinde biçimlenen, yönlendirilen ve hatta dolaşıma sokulan yapılar olduğunu ileri sürer. Yani ne hissettiğimiz kadar, neyi hissetmemize izin verildiği de belirleyicidir. Toplum, hangi duyguların konuşulabilir, hangilerinin bastırılması gereken şeyler olduğuna dair görünmez ama güçlü bir rejim kurar. Bu rejim; “güçlü ol”, “moralsiz konuşma”, “umudunu kaybetme” gibi iyi niyetli görünen cümlelerle işler. Ama aslında bu söylemler, duygulara yön çizen normatif haritalardır. Hissetmenin kendisi, bu haritalar üzerinden bir performansa, bir uygunluk sınavına dönüşür. Bireyin duygusal dünyası, toplumsal beklentilerin dar kalıplarına sığmaya zorlanır.
Ngai’nin çirkin duygular dediği biraz da budur. Ngai, can sıkıntısı, kayıtsızlık, hoşnutsuzluk, yılgınlık gibi edilgen ya da etkisiz addedilen duyguların çoğunlukla........
© T24
