menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Birkaç film, bir resim, bir doğum günü ile eksilerek çoğalmak

6 0
16.02.2025

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

16 Şubat 2025

Köln’de bir otelin yüksek katlarında, saat sabah altı buçuk. Hava hâlâ gri, gecenin koyu karanlığıyla sabahın soluk maviliği arasında sıkışmış, tam olarak neye dönüşeceğini bilemeyen bir ara an. Karşımda devasa bir iş yeri binası, her katı dümdüz kesilmiş, kutular gibi sıralanmış pencereler. Kaç tanedir? Yedi kat, her katta yirmi beş küçük kare. 175 pencere. Bazıları bomboş, sabahın ilk ışıklarını içeri alan birer çerçeve yalnızca. Ama bazılarında insanlar var. Masa başında eğilmiş, ekrana bakıyorlar. Birinde kadın temizlik yapıyor, yavaş, neredeyse ritmik hareketlerle süpürgenin başını yere sürtüyor. High-Rise filmi geliyor aklıma, tam oradaki gibi bir sahne. Şu kitaptan uyarlanan film. Bir pencerenin ışığı yanıyor ama içeriyi tam göremiyorum. Kim var, ne yapıyor, belki o da dışarıya bakıyor?

Yeni yaşım bir gün uzakta. O zaman iyi ki doğdun Aslı. Ama şimdi burada, bu pencerelerin karşısında, zamanın durduğu, sabahın henüz başlamadığı bir yerdeyim. Bir Edward Hopper resminin içindeymişim gibi. İç mekânda oturan, penceresini arkada bırakan, yüzü düşüncelere kapanmış, bir yere varamayan kadınlardan biri olabilirim. Ya da Lost in Translation’daki Charlotte gibi camın arkasından şehre bakıyorum. Ama şehir benden habersiz değil, ben bakarken o da bana bakıyor. Belki orada, o karşıdaki pencerelerden birinde, biri beni görüyor. Kendi dünyasından sıyrılıp bir anlığına buraya bakıyor, ışığın farklı açılardan yansıdığı bu erken sabah saatinde, birbirimizi fark etmeden fark ettiğimiz o belirsiz anda, kısa süreli bir karşılaşmanın içinde asılı kalıyoruz.

Önümde Anora filmi için notlar, Cuma günü, Sevgililer Günü’nde anlatacağım seminerden. Aşkın Felsefesi. Ranciere, part no part, Zizec yanılsamanın görüntüsü, Özel Bir Kadın, French Connection ve Fellini referansları. Görünenler ve görünmeyenler, payı olanlar, olmayanlar. Oysa bu an, Anora’nın son sahnesi gibi. Anora, kameraya bakıyor, yani bize ama aslında Igor’a. O an kim olduğu, kimi gördüğü, dünyaya kimin gözleriyle baktığı belli ve o an ilk defa eşit bir iletişim kuruyor. Igor da kendi gibi işçi sınıfından, birbirilerini kelimelerle anlayamasalar da gözleri buluşuyor. Görünmez değiller artık. Bu an gibi. Ben karşı binaya, karşı bina bize bakıyor ve belki de kendi binamda yüzlerce pencereden birinde bir kadını kahve içerken ve bilgisayardaki notlarına bakarken görüyorlar, beni.

Görmek, fark etmek, var etmek. Rancière’in dediği gibi, payı olanlar ve olmayanlar arasındaki çizgi bizim dünyamızda belirsiz. Kimileri görünmezi bu dünyanın, kimileri hep görünür. Ben izliyorum, ama izleniyorum da. Görüyorum, ama bir bakışın içine düşüyorum aynı zamanda. Bu an, sabaha ait, zamana ait, bir tür boşluk. Ama o boşluk içinde bir iz bırakılıyor belki unutulacak, belki hatırlanmayacak ama yine de var olmuş olacak. Bir pencere kenarında durmanın, camın ardındakini fark etmenin, bir anlığına bile olsa görünür olmanın tuhaf ama tanıdık hissi içinde, herkes kendi dünyasına geri dönüyor. Ama orada, karşı binanın bir penceresinde bir yabancı, benim de burada olduğumu biliyor artık.

Geçtiğimiz bir seneyi düşünmeden edemem bugün. Zamanın izlerini geriye doğru takip ederken, hangi gün, hangi an, hangi cümle beni bugüne getirdi, kaçını hatırlıyorum, kaçını unutmaya çalışıyorum? Neler yaşandı, keşke yaşanmasaydı. O cenazeye gittim mi, orada mıydım gerçekten, yoksa neyi hatırlıyorum? Bazı anlar bulanık, bazıları keskin ve yakıcı. Bütün bunlar olmasaydı bugün nerede olurdum? Ama oldular, geri döndürülemezler. Geriye, yalnızca bu gerçekle nasıl yaşayacağını bulmak kalıyor. Alışmak, ayağa kalkmak, kırılmadan esnekçe eğilip bükülmek. Bir ağacın rüzgâra uyum sağlaması gibi, bazen en sert darbeyi alsan da yıkılmamak. Hayatın en yakın benzerinde gerçeklik aramak. Eski fotoğraflara bakıp zamanın gözeneklerinde kaybolmak. İyi kitaplar okudum, güzel filmler izledim. Kelimelerin içime dokunduğu, görüntülerin aklımda yankılandığı anlar oldu. Güzel sofralarda oturdum, kimi zaman dostlarla, kahkahaların arasına sıkışmış kısa hüzünlerle. Kalabalık masalar kadar, sessiz akşam yemeklerini de hatırlıyorum.

Taşındım. Yedi bavulun yedisiyle birlikte merdivenler çıktım, merdivenler indim. Metro girişinde beklerken durup onları izledim. Her biri benimle beraber şehirden şehre sürüklenmiş, içlerinde kıyafetler kadar anılar da taşıyan yedi hacimli gövde. Bir bavulun fermuarı yol boyunca birkaç kez açıldı, içindeki kitaplar ve kâğıtlar dışarı fırladı, bir başkasının kenarı otel odalarının kapı eşiklerine çarpa çarpa ezilmişti bile. En ağır olanın içinde ne vardı, hatırlamıyorum, ama en küçük olanın içinde mavi bir kazak, birkaç defter ve bir fincan vardı, kırılmış mıdır? Kim bilir neden onu yanımda taşımak istemiştim? Metro turnikesinden geçerken hepsini aynı anda sürükleyip geçmeye çalıştığımda, bir an panik oldum: Ya burada takılıp kalırlarsa? O sırada bir çocuk yanıma sokuldu, kafasını kaldırıp bana baktı. “Telefonunu verir misin abla?” dedi. Annesini kaybetmişti. Yedi bavul ve ben, çocuğun annesiyle telefonda konuşmasını dinledik. Annesi karşı tarafta belirdi, çocuk ona doğru koştu. O an bavullar bana biraz daha hafif geldi, sanki kendi yükümün içine başka bir ağırlık karışıp dengeyi bozmuş ve sonra yavaşça geri çekilmişti. Metroya bindim, bavulları dizdim, oturdum. Hepsi oradaydı, sıkışık bir düzende, ama bir şekilde yine de benimle ilerliyorlardı.

Bir çocuk müsameresinde tetiklenen gözyaşlarımla soğuk havaya koştum. Ne olmuştu da bir o neşeli şarkının........

© T24