menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Umman arka planında jeopolitik hesaplar

17 0
14.04.2025

Diğer

14 Nisan 2025

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ABD’li mevkidaşı Marco Rubio ile 3 Nisan’da Brüksel’deki görüşmelerinin hemen öncesinde neredeyse kucaklaşarak sıcak mesajlar yaydıkları görüntüleri siz de izlemişsinizdir. NATO Dışişleri Bakanları Zirvesi’nde yaşanan bu görüntüler pek çok kişiyi şaşırtmadı. Ancak onun geçmişte Beyaz Saray’da nasıl algıladığını bilenler için bu görüntü çok şaşırtıcı değilse bile çok ilginç idi. Zira Fidan Washington tarafından bir zamanlar “İran ajanı” olmakla suçlanmış ve üzeri çizilerek ekarte edilmek istenmiş bir isim idi. O dönemde Washington, yaptırım uyguladığı İran’ın Türkiye ile ticaretinin artmasından rahatsızdı ve o tarihte MİT Müstearı olan Fidan’ı Ankara’nın yaptırımları baypas edici hamlelerinin ardındaki isimlerden biri olarak görüyordu. Beyaz Saray, iki ülke arasında gelişen ticaretin Tahran’ın yürürlükte tutmaya devam ettiğini düşündükleri uranyum zenginleştirme programını finanse etmeye ciddi katkı yapabilecek bir seviyeye yaklaştığını düşünüyordu. Bu nedenle de ABD Hazine Bakanlığı’nın terörizm ve finansal istihbarattan sorumlu müsteşarını sık sık Ankara’ya göndererek Türk hükümetini uyarıyordu. (Bunları bir dönem ayrıntılı olarak T24 yazılarımda yazmıştım.)

Zira, dönemin ABD Başkanlarına Amerikan istihbarat teşkilatları ve MOSSAD tarafından ulaştıran bilgilere bakılırsa, Tahran yönetimi uranyum zenginleştirme programını gizli gizli yürütüyordu. Elinde yüzde 3-4'lere yakın mertebede zenginleştirilmiş uranyum bulunan bir ülke olarak İran bu oranı yüzde 20'nin üzerine çıkardığında nükleer reaktörlerde, yüzde 90'ın üzerine çıkardığında füzelerinin nükleer başlıklarında kullanabilecekti. Amerikan yönetiminin yaptırımlarla dünyadan yalıtmaya çalıştığı İran, eğer uranyum zenginleştirme programını sürdürme ve oranı yüzde 90’lara ulaştırma imkânı bulursa, balistik füzelerine nükleer başlık takabilme olanağını kavuşacak ve bu şekilde bölgedeki tek nükleer güce sahip İsrail’i frenletebilecek, en azından bölgedeki dengeleri radikal bir biçimde sarsabilecekti. Dolayısıyla İsrail istihbaratının elindeki “bilgi” ve iddialar sıklıkla Washington’a yönlendiriliyor ve bunlara göre aksiyon alınması isteniyordu.

İşte Hakan Fidan’a böyle bir dönemde ana akım medyamızın da katkısıyla “İran ajanı” suçlamasını yöneltenler aslında bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemişlerdi. Bir yandan Türkiye’deki seküler kesimlerin 1979’dan miras “mollalar rejimi” alerjisi üzerinden, Sünni İslamcıların da Şii alerjileri üzerinden Fidan’ı toplum nezdinde itibarsızlaştırmak istiyorlar, bir yandan da -ve asıl önemli mesele olarak- Ankara ile Tahran arasındaki SWIFT sisteminin dışına taşan ticari ilişkilerin gelişmesini dizginlemek istiyorlardı.

Türkiye’nin resmi sisteminin dışına taşarak yöntem de değiştiren ve zamanla doğal gaz – altın ticareti üzerinden yürüyen ticari ilişkisi Ankara’nın Washington tarafından tedip edilmesinin zor olduğunun görüldüğü bir hatta ve yılların seyri içinde tatsız gelişmelere doğru evrildi

Washington uyarılarına Ankara’nın fazla kulak asmadığını gördüğünde, Fidan’ı Washington iradesinin o dönemki Türkiye uzantısı yerli operatifleri yoluyla ekarte etmek istemişti. Fidan 2012 Şubat’ında Cumhuriyet Savcılığı tarafından KCK operasyonunda şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldığında meseleye ancak Başbakan Tayyip Erdoğan el koyarak bu ekarte hamlesini boşa çıkarabilmişti.

Çoğumuz bunların -sebeplerinden ziyade- sadece sonuçlarını biliyoruz. Neticede gelişmeler, dönemin ABD yönetimince bir türlü tedip edilemeyen Ankara’nın Oslo barış görüşmelerinin sonlanması, 17-25 Aralık (2013) operasyonları ve zamanla -farklı dinamiklerin de katkısıyla- “15 Temmuz başarısız darbe girişimi” (2016), ABD’de Halkbank ile Rıza Sarraf aleyhine açılan davalar ve CAATSA yaptırımları gibi sonuçlar üretti.

O dönem bu olayların nasıl geliştiğini ve hangi saiklerle yapıldığını T24’teki 12 Haziran 2023 tarih ve “Devlet Hükümeti” başlıklı yazımda anlatmıştım. Şimdi daha fazla uzatmayayım. Bu yazı çerçevesinde söylemek istediğim, dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Washington tarafından bir zaman nasıl görüldüğü ve nasıl ekarte edilmek istendiği. Türkiye’nin “ABD’nin hasmı” olan ülkeler konumuna sokulmasına yol açan sürecin Ankara’daki belki en önemli tanığı, aktörü olan ismin bugün artık Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan bir devlet adamı olarak ABD Dışişleri Bakanı ile bugün artık böyle samimi bir resim vermesinin ne anlama geldiği önemli ve üzerinde konuşmayı hak ediyor.

Bugün Fidan, Ankara’nın dış politikasına belirli ölçülerde denge ve hareket kabiliyeti getirebilmiş ve çok-merkezliliğe evrilen yeni dünya düzeninde kendisine biraz daha geniş manevra alanı açarak görece bağımsız politikalar üretebilme kabiliyetine kavuşmuş bir devletin o derinliği kazanmasının sembolü olan bir isim.

Aslında bu durum ikili ilişkiler tarihi ve Türkiye’nin geçirdiği dönüşümü bilen Amerikalılar için çok şaşırtıcı olmasa gerek. Zira, ABD’nin Türkiye ve Irak Büyükelçisi olarak görev yapmış James Jeffrey, daha 2013 yılında Fidan için şöyle demişti: “Hakan Fidan yeni Ortadoğu’nun yüzü. Onunla işbirliği yapmalıyız, çünkü işleri halledebiliyor. Ancak ABD’nin gözü kapalı dostu olduğunu da düşünmemeliyiz, çünkü değil.”

James Jeffrey ve onun gibi düşünen Amerikalılar Türkiye’nin Ortadoğu'daki politikasının en önemli mimarlarından olarak gördükleri Fidan için “Türkiye'nin istihbarat şefi Suriye'de kendi yolunu çizdi,” değerlendirmesini yapıyorlardı.

Gelgelelim Washington o tarihlerde Jeffrey’yi dinlememiş, Ankara ile işbirliği imkanını değerlendirme yoluna gitmemişti. O yazıdan 10 yıl sonra, 2023 seçimleri akabinde Ankara, Fidan’ı Dışişleri Bakanlığı ile kabineye taşıyarak belki de ABD’ye işbirliği konusunda bir “şans” vermiş oldu. İki yıl önceki yazımda bu konuyla ilgili olarak şöyle demiştim:

“Washington da en azından F-16’ları verme konusundaki çekincesini kaldırarak Ankara’ya bir şans vermek ister mi, göreceğiz. Ama sanıyorum İsveç’in NATO üyeliği meselesinin çözülmesi konusuna paralel olarak Fidan’ın en önemli gündemlerinden biri o F-16’ların gelmesi olacaktır. En büyük hedef de kanımca ABD askerlerinin Suriye’den çekildiğini görerek Şam ve Moskova’yla yeni bir anlaşma noktasına gelmek ve ardından da yeni bir “Kürt açılımını” başlatmak. Zor mu, çok zor! Ama imkânsız da değiller galiba.”

Evet bu “zor” konular ve onların bugün aldığı seyir bugünkü yazımızın konusu değiller gerçi, ama şurası bir gerçek ki, 15 Temmuz ile ülkemizdeki devlet rejimine bir “format atan” Hakan Fidan ve onun temsil ettiği hükümete Washington tarafından Demokratlar iktidarında verilmeyen “şans” bugün verilmiş durumda.

Zira ABD’de de devlete -bir anlamda- “format atmak” isteyen bir yönetim iş başında. Ancak kucaklaştığı kişi Rubio diye, ona “Amerikalıların Hakan Fidan’ı” diyemeyiz. Konuyu fazla basitleştirme riski taşısa da, şu anolojiyi yapmak sanırım yanlış olmayacak. Amerikalıların Hakan Fidan’ı, olsa olsa Tulsi Gabbard olabilir. Gerçi siyasi çizgisi farklı biri Tulsi Gabbard. 2016’da Demokratların Başkan aday adayı olan Bernie Sanders’ı desteklemiş Demokrat Kongre üyesi Gabbard, o çizgi ile köprüleri atmış biri olarak bugün Cumhuriyetçi Trump hükümetinin Ulusal İstihbarat Direktörü olarak görev yapıyor. Bir diğer deyişle, aralarında Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve Federal Soruşturma Bürosu (FBI) dahil olmak üzere ABD'nin 18 istihbarat kurumuna başkanlık ediyor.

Demokrat iken de ana akım ABD politikalarına karşı çıkan bir isim olmuştu Gabbard. Eski açıklamalarında Edward Snowden'a destek verdiğini ifade etmiş, Rusya-Ukrayna Savaşı'na ilişkin Moskova'ya........

© T24