Bir an için 2013 Ağustos’una dönsek…
Diğer
01 Eylül 2025
Eski Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad
Suriye dış politikamız ile bugün vardığımız şu noktayı iyice idrak ettikten sonra, bir an için, farz-ı muḥal, 2013 yılındaki “Esed kimyasal silah ile saldırdı” iddiasının ortaya atıldığı günlere dönme imkânı yakalasak, Suriye meselesine yine aynı mezhepçi kaygıları güderek mi yaklaşırdık? Bir yıl sonra, Şam yönetimine muhalif cihatçı güçlerin bir “sahte bayrak” operasyonu olarak tasarlandığı ortaya çıkan bu düzmece olayı fırsat bilip “Esed gidecek” diye ön saflarda koşturarak dünyayı müdahaleye çağırır mıydık?
Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) kurup Ortak Bakanlar İ Toplantısı yaptığımız, barış içinde yaşadığımız komşumuz Suriye bugün ancak İsrail’in silah oynatabilip at koşturabildiği ve başımıza her tür çorabın örülebileceği bir nüfuz bölgesine dönüşüyor. Bu süreçte 3 milyon Suriyeli de bize mülteci olarak itelenmiş durumda. Geriye dönebilmiş olsak, önce devletsizliğe sonra İsrail’e diz çöktürülen Suriye’nin bu hale getirilmesine razı olur muyduk?
Böyle bir soruyu bugün ortaya atmamın temel sebebi, Suriye hükümeti ile İsrail arasında bu ayın sonlarına doğru imzalanacağına kesin gözüyle bakılıyor olan “güvenlik anlaşması.” Taraflar şu aralar maddeleri müzakere ediyorlar. Sızan haberlere bakılırsa, İsrail iki ülke arasında 1974’te imza edilen ateşkes anlaşmasına uygun olarak, Suriye’de işgal ettiği yerlerden eski konumuna çekilmeye (!) hazır. Yalnız bunun karşılığında garanti altına almaya çalıştığı hususlar var. Türkiye'nin bu ülkedeki bazı üslerde Suriye ordusunu eğitmesine karşı olan ve bunun için o üsleri bombalayarak mesaj vermekten bile çekinmemiş İsrail ne istiyor? Suriye hükümetinin stratejik silah ve hava savunmasından mahrum bırakılmayı kabul etmesini istiyor. Şam yönetiminin başkentin güneyindeki Suveyda’ya kadar olan bölgelerden asker çekmesini, buraları silahsızlandırmasını ve bölgeye “insani yardım koridoru” açılmasına izin vermesini istiyor.
Yani: Ankara, Suriye’den gölgesini çeksin; o gölgeyi Tel Aviv koysun isteniyor. YPG'nin tasfiyesine de karşı olan İsrail böylelikle, Golan Tepeleri’nden Süveyda’ya, oradan da ABD desteğindeki Kürt milislerin kontrolünde bulunan kuzeydoğu Suriye topraklarına uzanan “Davut Koridorunu” kurabilecek, istediği zaman. Bir anlamda, İsrail Türkiye’nin komşusu olsun, yarın Türk askerinin başına bir yerlerde “çuval geçirilecekse”, onu da artık İsrail askeri yapabilsin! İstenen bu!
Şimdi, bir dizi hatalı dış politika tercihleriyle geldiğimiz bugünkü manzaraya yol sürecin başlarına, bir an için 2013 yılına gidelim ve 12 yıl önce hangi noktada olduğumuzu görelim! Görelim ki nereden nereye nasıl geldiğimizi iyi anlayalım.
Hafızalarını biraz zorlayanlar çok iyi hatırlayacaktır. 2013 yılı Ağustos ayındaydık. 21 Ağustos akşamı, bizler ulusal televizyonlarda film, dizi, haber programı vs. izlerken yayın akışları aniden kesiliverdi. Kanallar, Suriye’de meydana gelen bir olayı “son dakika” gelişmesi olarak vermekle yetinmemiş, 61. T.C. Hükümeti'nin Dışişleri Bakanı'nın açıklamasına naklen bağlanmak üzere yayın akışlarını kesmişlerdi.
2011’de Körfez monarşilerinin ve belli başlı NATO ülkelerinin silah, mühimmat ve finansal desteğiyle Suriye yönetimini devirmek üzere savaşmaya başlayan cihatçı gruplar o gün, “Suriye hükümetine bağlı ordu birliklerinin başkent Şam yakınlarındaki Guta’da zehirli gaz yüklü füzelerle kimyasal saldırı düzenlediklerini” iddia etmiş, “saldırıda 1000’den fazla sivilin öldüğünü” ileri sürmüşlerdi. Dışişleri Bakanımız, canlı yayında yaptığı açıklamalarda, iddiayı doğru kabul eden bir görüntü vererek, “saldırının kabul edilemez olduğunu” söylüyor ve Batı’yı “insanlık adına” göreve davet ediyordu. Aynı Başbakan daha sonra Avrupa turuna çıkacak ve Berlin’de “Esed’in tüm kırmızı çizgileri aştığını” ileri sürecekti. (Oysa bundan yaklaşık bir yıl sonra Pulitzer ödüllü duayen gazeteci Seymour M. Hersh, London Review of Books’ta 4 Nisan 2014 günü yayınlanan yazısında, ABD’nin istihbarat kaynaklarına dayanarak sürpriz (!) gerçeği açıklayacaktı: 21 Ağustos 2013’te Şam’ın doğusundaki Guta banliyösünde meydana gelen sarin gazlı kimyasal silah saldırısı, Suriye rejimi tarafından değil, ABD’yi Suriye’ye karşı savaşa sürüklemek amacıyla El Kaide’ye bağlı El Nusra Cephesi tarafından planlanarak gerçekleştirilmişti.)
Ancak Ankara 2013’te Suriye’ye müdahale isteyen bir görüntü veriyordu. Gerekirse bunun için Türkiye olarak sahada liderlik etmeye de hazırdı. İlerleyen zamanda bunu daha net dillendirecek, “sahaya inmek” üzere bölgede 25 km derinliğinde bir “güvenli bölge” oluşturmak isteyecek, ABD’den de bunu desteklemek üzere bu bölge içerisinde uçuşa yasak bir alan oluşturulmasını talep edecekti.
Ankara’nın seneleri bunun için ABD’den (beyhude yere) “yeşil ışık” beklemekle geçecekti.
Oysa ABD ve İngiltere’nin başka planları vardı. Bir kere burası Irak gibi değildi. Rusya’nın gelişkin hava savunma sistemlerine sahip Suriye topraklarında bir bölgeyi uçuşa yasak bölge ilan etmek hem riskli ve zordu hem de çok maliyetli. Reim değişikliğine proksi güçlerle ilerlemek daha uygun görünüyordu. Bunun için de önce IŞİD’in sahada ilerlemesine müsamaha gösterilecek, onlar ilerleyecek, kıyım yapacak, zulümleri görüldükten sonra sahaya “kurtarıcı” olarak Washington’un hava desteğindeki proksi güçlerin girmesi sağlanacak ve Suriye toprakları barajlarından petrol ve doğal gaz sahalarına kadar bu güçlerce “kurtarılacaktı.” 2013 henüz bunun tam olarak netleştiği bir yıl değildi. IŞİD 2014 yılında Irak'ın ikinci büyük kenti Musul'da ve Musul'un başkenti olduğu Ninova vilayetinde kontrolü tamamen ele geçirecek ve halifelik ilan edecekti. Ağustos 2014'te de ABD başkanı Barack Obama IŞİD'e karşı hava saldırısı emri verecekti.
Ankara’nın 2013 yılında Suriye’ye askeri müdahale konusunda fazla “proaktif” bir tutum içinde davranmasının bir nedeni de sahada öncülüğü Fransa ya da bir başka Batı ülkesine kaptırmak istememesiydi. İki yıl önce Libya aniden karıştığında, NATO’nun Kaddafi rejimini devirmek üzere Libya’ya müdahalesi söz konusu edilmiş, bölgede........
© T24
