menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Dünya düzeni değişiyor mu yoksa!

21 1
26.11.2025

Diğer

26 Kasım 2025

Küreselleşme tartışmaları, sürecin geri dönüp dönmeyeceği sorusu yıllardır gündemde. Yakın geçmişe kadar teknolojinin kaynağı, en çok aranan sanayi ürünlerinin ihracatçısı ABD, Almanya, İngiltere, İsveç iken, önce sahneye Japonya, ardından Kore ve Çin girdi. Düne kadar serbest ticaretin herkes için en iyi çözüm olduğunu savunan ABD, Trump’la birlikte seçili ülkelerden yapılan, seçili ürünlerin ithalatını azaltmak için yüzde yüzün üstünde gümrük vergisi uygulamaya başladı. Bunun üzerine tartışılan konu serbest ticaretin herkesin refahını yükselteceğini savunan klasik iktisat teorisi değil, bu uygulamayla yükselecek fiyatların enflasyonist etkisi oldu.

Yine Trump’la birlikte savunma senaryolarında değişiklikler telaffuz edilmeye başlandı. Nato’nun Avrupa’da genişlemesi, Putin’in yıllardır beslediği “çarlık Rusya’sını yeniden yaratmak” hayalini harekete geçirdi. Sonuç Ukrayna’nın işgali ve yüzbinlerce ölüme yol açan çatışmalar. Bunlar olurken Trump merkantilist hedeflerini ithalatı azaltmakla sınırlı tutmadı ve alışılmış diplomatik saygı ve nezaket kurallarını aşarak, Ukrayna’nın savunulmasının bedeli olarak ülkenin sahip olduğu ender metallere el koydu. Bunlar olurken ülkeler çeşitli tehdit ve şantaj yöntemlerinden söz etmekten geri kalmıyor. Bu yöntemlere örnek olarak veto yetkisine, hakkına birazdan değineceğim.

Nitekim ABD’nin bu söylem ve eylemleri sonucu Almanya alışılmış savunma bütçesi ilkelerini terk edip silahlanma çalışmalarını başlattı. Fransa enerji alanında yıllarca önce nükleer alanında yatırımlar yapmıştı. Şimdi bu sektör birçok ülkede telaffuz edilmeye başlandı. Bunlar olurken Türkiye kapanan AB kapılarının ardından, Akdeniz’de kendisini dışlayan yeni savunma projeleriyle karşı karşıya ve Dışişleri Bakanı’nın beyanları bu konuda bazı girişimleri, projeleri hatırlatıyor.

Önce şunu hatırlamalıyız; Türkiye ile AB ve genellikle Avrupa arasında aşılması güç engeller oluşmuştur. Bu engellerin mimarı Yunanistan ve Güney Kıbrıs Yönetimi ve buna engel olamayan Türkiye’nin izlediği dış politikadır. Bu iki ülkenin tüm “batı dünyası liderliği gözünde”, eski Yunan’dan beri var olan itibarı, AB üyeliği ile tahkim edilmiştir. Bunu birçoğumuz çeşitli siyasi kademelerdeki AB politikacılarının ağzından duyduk. Benim bu konudaki payım, AB Komisyonunda görev yapan (Bakan), dünya ticaret örgütü direktörü, İrlandalı hukukçu Peter Sutherland’ın söyledikleri olmuştur. Brüksel’de bir toplantı sırasında, “Çelik, biz Yunanistan’la Kıbrıs’ı AB’ne alarak büyük yanlış yaptık, bundan sonra sizin işiniz çok zor olacak” demişti. Aynı yönde beyanları birçok arkadaşımız çeşitli pozisyonlardaki AB diplomatlarından duymuştur.

Veto, uluslararası politikada olmazsa olmaz bir müzakere ve uzlaşma aletidir. Üstelik yalnız uluslararası politikada değil, şirketler veya şahıslar arasındaki serbest sözleşmelerde de taraflara benzer haklar tanınması alışılmış uygulamadır. Bunun belki de en önemli örneğini, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde görüyoruz. En hayati müzakerelerde, savaş durumlarında, genel kurulun aldığı karar, güvenlik konseyinin beş daimi üyesinden birinin veto hakkını kullanması nedeniyle uygulanamıyor. Filistin-İsrail çatışmasının sonlanmamasının önemli bir nedeni budur.

Bir Akdeniz ülkesiyiz. Üç tarafımızdan denizle çevrili olmamıza rağmen, uluslararası deniz sözleşmesine taraf değiliz. Bunun nedenleri Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin malûmudur. Ege ve Akdeniz sahillerimizden denize açıldığımızda bu hukukun alanına girmekteyiz ve Yunanistan’la Güney Kıbrıs Rum Yönetimi karşımızdadır. Konuyu AB bağlamında ele aldığımızda ise değindiğim veto yetkisi karşımıza çıkmaktadır. Yani adeta çözümü neredeyse olanaksız bir sorunlar yumağının içindeyiz.

Türkiye Cumhuriyeti çeşitli sorunları aşmak için mücadele etmektedir. Burada değindiğim ve veto yetkisiyle güçlenen engel nasıl aşılabilir. Yukarıda ülkelerin yeni dünya düzeninin oluşmasında çeşitli tehdit ve şantaj mekanizmalarını kullandıkları ifade edildi. Türkiye Yunanistan’ın 1974’te Kıbrıs müdahalesinde ayrıldığı NATO’ya 1980’de Türkiye’nin itiraz etmemesi sayesinde üye olması aşamasında bu hakkını kullanmamakla önemli ve yeniden elde edilemeyecek bir fırsatı heba etmiş oldu. Yılın 1980 olması hepimize, Türkiye neden veto etmedi acaba sorusunun yanıtını vermiş olmalı.[1]

Yakın zamanda İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği konusunda başlangıçta kullandığı vetoyu erken mi kaldırdığı, bu kozunu daha yüksek bedel karşılığında kullanabilir miydi, yoksa değerli arkadaşım emekli büyükelçi Suha Umar’ın hatırlattığı gibi vetonun gerekçe argümanı, yani bu iki ülkenin topraklarında bulunan teröristleri iade etmesi koşulu yeterince güçlü değil miydi ?

Bu aşamada Brüksel’in iradesini oluşturan güçlerin, İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Danimarka gibi ülkelerin önüne, Peter Sutherland’dan ve birçok üst düzey yetkilimizin AB yetkililerinden duyduğu benzer görüşleri koymak; ayrıca Yunanistan ve GKRY iradelerini düzeltmedikçe, yani Türkiye ile ilgili olarak veto kullanmaktan vaz geçmedikçe, Türkiye’nin NATO kurucu üyesi olarak sahip olduğu aynı hakkı kullanacağını bildirmek ve bunda ısrarlı olmak gerekmez miydi. Bu ilk bakışta bir gentleman’s agreement olarak görülebilir, ancak gentleman’s agreement uluslararası müzakerelerde, yazılı antlaşmalar kadar makbul bir usuldür. Yeter ki, siz elinizdeki sözleşmeye sahip çıkın. Nitekim Türkiye bugüne kadar pek çok kez NATO’yu durduracak derecede önemli durumlarla karşılaşmış ancak bunların hiçbirinde konuyu sonuna kadar götürmemiştir.

Dış politika, ülkenin çıkarı doğrultusunda, gerektiğinde zor adam, zor ülke olmasını bilmek demektir ve bunun için “hey Amerika, Almanya” demek yeterli değildir.........

© T24