'Bağımsız' kurumlardan iktidarın sopası olan kurullara
2000’li yıllara girilirken emperyalist hegemonyanın düzenleyici kurallarında değişiklik ihtiyacı doğacak ve bunun için Post-Washington Uzlaşısı adı verilecek yeni bir kurumsal çerçeve çizilecektir. “Yeni Uluslararası Finansal Mimari” denilen bu çerçeve aslında gelişmiş Batı için özelleştirme sonrası bir yeni regülasyon anlamındadır. Ama Türkiye gibi özelleştirme programını IMF-DB zorlamasıyla ancak 2003-2015 döneminde tamamlayacak bir ülke de bu yeni finansal mimarinin uygulama alanında olacak, hatta IMF 2000-2008 programı bağlamında pilot ülke olarak kullanılacaktır.
Meselenin temelinde, çeşitli önemli kamusal kurumların/kurulların siyasi karar merkezinden (iktidardan/hükümetten) bağımsızlaştırılması (veya özerkleştirilmesi) bulunmaktadır. Böylece iç ve dış sermaye ile ülkelerin kamu kurumları arasında doğrudan bağlantılar kurulma olanakları yaratılmış olacak, bu da bir DB kavramı olan “yönetişim” (piyasa aktörleri ile kamu yönetimi arasında yönetimin paylaşılması) anlayışını egemen kılacaktır. Başka bakımdan, ülkelerin seçilmiş yöneticilerinin ülkenin kamu kurumları üzerindeki etkisi zayıflarken, sermayenin etkisi artacaktır. Üstelik, kendi ülkelerinin seçilmiş yöneticilerine karşı görece “özerkleştirilen” kurumlar/kurullar, uluslararası finans kuruluşları aracılığıyla beynelmilel sermayenin etki alanına daha fazla girmiş olacaklardır.
İç ve dış sermayenin ideolojik hegemonyasına girmiş bulunan Batı ülkelerindeki sağ siyasetler ile çeşitli etiketler taşıyan sosyal demokrat hareketler bu “bağımsız düzenleyici kuruluşlar” fikrini ya coşkuyla desteklemişler ya da temelden karşı çıkmamışlardır. Türkiye’de de IMF 2000 yılı programı DSP’nin birinci parti olduğu ve MHP ile ANAP’ı da içeren koalisyon tarafından başlatılmış, o program aksayınca 2001’de DB Başkan Yardımcısı Kemal Derviş Başbakan Yardımcısı olarak programın uygulama şefi yapılmış, çeşitli alanlarda bağımsız kurumların dayatılması da o süreçte sonuçlanmıştır. Derviş 2002 seçimlerinden önce CHP’ye transfer olacak ve aynı fikri CHP seçim bildirgesine de taşıyacaktır.
Bu tarz bir “piyasa merkezli yönetim” anlayışına yalnızca sosyalist soldan temelden itirazlar yükselmiştir. İtirazın temelinde iki neden olmuştur: Birincisi, ülkenin bağımsızlığının bu yolla aşındırılmasına karşı dirençtir. İkincisi ise, seçilmiş siyasilerden hesap sorulmasının tavsamasının reddedilmesidir. Çünkü siyasi hesap sormanın muhatabının muğlaklaşması durumunda siyasi muhalefetin (hatta sendikal mücadelenin) işlevi de rotasından çıkmış olacaktır.
Ancak 21. yüzyılın deneyimleri göstermiştir ki “yönetişim” anlayışı ve siyasi iktidarlardan bağımsız kurumlar/kurullar düzeneği pek de uluslararası finans kuruluşlarının istediği ölçüde etkili olamamıştır. Türkiye’de uzun AKP dönemi boyunca bu kurumların hızla iktidarın denetimi altına girdiği, yüksek bürokrat kadrolarının sadakat esaslı olarak belirlendiği bir süreç çalışmıştır. Başkan ve yönetici atamalarında ve bunların görev sürelerinde belirli yasal güvenceler sunan kendi özel kanununa karşın TCMB bile bunun istisnasını oluşturamamıştır. “Düzenleyici ve Denetleyici Kurumlar” için bu durum fazlasıyla geçerlidir. (Düzenleyici ve Denetleyici Kurumların sayısı 11’dir ve 2025 yılı Bütçe Teklifine göre ödenekleri toplam 68,3 milyar TL’dir. İçlerinde 47,7 milyar TL ile en büyük bütçeye sahip olan Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’dur).
Türkiye’de bu kurumların çoğu ekonomi esaslıdır. Bazıları belirli piyasaların (örneğin enerji piyasasının) düzenleyici kurumu niteliğindedir. Gerçi bu 11 kurumun dışında da düzenleyici kurumlar oluşturulmuş, ancak bazıları örneğin şekerde........
© soL
