menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Atalet toplumu

15 7
06.05.2025

Geçtiğimiz hafta, 1 Mayıs’tan hemen önce işsizlik verileri açıklandı. Yüzde 7,9 olarak hesaplanan rakam devlet tarafından “işsizlikte rekor, 23 aydır tek hane” diye duyuruldu. Bu oran dünya ortalaması olan yüzde 4,9’dan hayli yüksek olsa da, Türkiye’de (ve dünyada da) işsizlik gerçekten pandemiden bu yana düşüşte.

Peki, bu gelişmelere bakıp “işler işçi sınıfı için iyiye gidiyor, kapitalizm daha çok iş yaratıyor” diyebilir miyiz?

Hayır, diyemeyiz.

Diyemeyiz, çünkü “işsizlik” hiç tartışmasız sermaye düzeninin en emekçi düşmanı biçimde tanımlanmış ekonomik değişkenidir. Bu değişken, çalışmaya ihtiyaç duyan insanların sayısını ya da oranını ölçmez. Yalnızca “çalışmayan, aktif biçimde iş arayan ve bulduğu anda çalışmaya başlayacak olan”, yani patronlar için işe alınmaya hazır işçiler işsiz sayılır. Bir insan emekliyse, istediği kadar yoksul olsun ve iş arasın, işsiz sayılmaz. Okumak için çalışmak zorunda olan öğrenciler için de aynı durum geçerlidir. Haftada bir saat dahi çalışan insanlar işsiz sayılmaz. Umudunu kaybetmiş ve iş aramayı bırakmış insanlar bile işsiz sayılmaz.

Bu yüzden “işsizlik”, emekçiler açısından en anlamsız istatistiklerden biridir. Emekten yana iktisatçılar bu sorunu kısmen çözmek için genelde “âtıl işgücü” ya da “geniş tanımlı işsizlik” değişkenine başvururlar. Bu değişken, “işsiz” olarak tanımlananlara, işi olmayıp iş aramayanları ve yarı zamanlı çalışanları ekleyip yeni bir oran hesaplar.
Türkiye’de işsizlik oranı yıllardır düşüyor, âtıl işgücü oranı ise yıllardır yükseliyor ve şu anda yüzde 28,8’e ulaşmış durumda.

Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil ve sermaye düzeninin derin bir çelişkisine işaret ediyor. Gelin, inceleyelim…

***

Aslında yukarıda bahsettiğimiz âtıl işgücü kavramı da meseleyi sınıfsal bir zeminde kavramak açısından uygun değil, çünkü bu değişken de işçi sınıfını bir bütün olarak ele almıyor. İşçi sınıfı ne yalnızca fiilen çalışmakta olan işçilerden, ne de “çalışan ve iş olsa çalışacak olan” işçilerden ibarettir. Mülksüz olan ve geçinmek için mülk sahibi sınıflar tarafından ödenen ücrete doğrudan ya da dolaylı biçimde bağımlı olan herkes işçidir ve bu insanların tamamı bir ülkedeki işçi sınıfını oluşturur. Bu sınıf, toplumsal değerin çok büyük bir bölümünü emeğiyle üretir, ürettiği bu değerin büyük bölümüne üretim araçlarını elinde bulunduran sermayedar sınıf tarafından el konur, el konmayan kısım ise ona ücret olarak verilir.

İşçi sınıfı, toplumsal değer üretiminden aldığı bu payla geçimini sağlamaya çalışır ama bu, sınıfın bütün üyelerinin sürekli sermayedarlara çalışması ya da iş araması (ki, bu süreci yaşayan herkesin bileceği üzere, iş aramak tam zamanlı bir iş gibidir) manasına gelmez. Sınıfın bazı bölmeleri, ücret karşılığı çalışmak (ya da çalışmaya çalışmak) yerine başka görevler üstlenir. Örneğin kadınların önemlice bir kısmı “ev kadını” olup, işçi ailelerinin geçinmek için ihtiyaç duyduğu harcama miktarını azaltır, çocuk ve yaşlıların bakımını üstlenir. Çocuklar hayatlarının ilk birkaç yılında bakıma muhtaçtır; ardından işçi olabilmek için bir süre eğitim alırlar ve bu süre zarfında da çalışamazlar. Tüm bunlar, bir bütün olarak işçi sınıfının “emek gücünün yeniden üretimini” sağlar.

Bu yüzden Marksizm “işsizlik” kavramını kullanmaz. İşçi........

© soL