‘TÜSİAD Vakası’nın gösterdikleri…
13 Şubat’taki TÜSİAD Genel Kurulu’ndan bu yana Türkiye siyasetine heyecan geldi. AKP ile Türkiye sermayesinin en tekelleşmiş bölmesi arasındaki kriz, farklı ideolojik pozisyonlardan bakılarak, çeşitli biçimlerde yorumlandı.
Kimilerine göre Erdoğan, Nabukadnezzar’ın oğlu Belşazzar gibi dokunulmaz kutsallara el uzatmıştı; bunun sonunda mutlaka yıkılacak, maalesef ülke ekonomisini de beraberinde götürecekti. Bu yorumun daha incelikli bir versiyonuna göre, Erdoğan bu kutsallara el uzatma eylemiyle halka gözdağı veriyor, “TÜSİAD’a bunu yapıyorsam sana neler yaparım” tehdidi savuruyordu.1
Kimilerine göre ise konu ekonomikti. Gerilimin kaynağında Mehmet Şimşek’in ekonomi programının “büyüsünün kaçmış olması” vardı ve TÜSİAD, yaptığı çıkışla programdan desteğini çektiğini ilan ediyordu. Açıklamadaki diğer vurgular bu özün üzerine dökülmüş politik sostu.2
Ben bu yorumların birincisinin kuyrukçu ve sahtekâr, ikincisinin ise hayli dar bir tarihsellikle malul olduğunu düşünüyorum. Mesele kesinlikle Türkiye ile sınırlı değil ve Türkiye’nin özgün dinamikleriyle açıklanamayacak bir evrenselliğe işaret ediyor. Müsaadenizle, bu yazıda izah etmeye çalışacağım.
***
Sayısız unsur içeren, karmaşık ve anlaşılmaz görünen bir durum karşısında yapmamız gereken, teorik soyutlamaya başvurmaktır. Doğru teori sizi mevcut karmaşanın üzerine çıkartır ve önünüzdeki ağacın dalına budağına takılmadan ormanı görebilmenizi sağlar.
Marksist teori bize şunları söylüyor:
Geçerken söylüyorum, günümüz somut gerçekliğinde tartışmasız biçimde kanıtlanan bu teorik çerçeve, piyasanın görünmez elinin mümkün olan en yüksek toplumsal faydayı sağlayacağını ve bu yüzden devletin ekonomiye kesinlikle karışmaması gerektiğini iddia eden liberal safsatanın yanlışlanmasıdır.
***
Somutlukta yaşanan şuydu: 1989-1991 yılları arasında sosyalizm yenildiğinde, çok geniş bir coğrafya emperyalist yağmaya açıldı. Bu sadece eski sosyalist ülkelerle sınırlı değildi; Sovyetler Birliği’nin varlığı emperyalistlerin yoksul kapitalist ülkelere karşı eylemlerini de frenliyordu ve bu fren de boşalmıştı. 1945’ten bu yana dişini sıkıp bekleyen ve sosyalizmin onu içine sıkıştırdığı sınırlara sığamaz hale gelmiş emperyalist sermaye büyük bir pervasızlıkla zincirlerinden boşandı ve yaşanan sürecin adı “küreselleşme” oldu. Ulus devletler önemsizleşecek, bütün dünya küresel bir köy pazarına dönüşecekti. Ama her niyeyse bu köy pazarındaki jandarma Amerikan ordusu üniforması giyiyordu. Amerika ve Avrupa Birliği emperyalizminin yağmacılığına direnme eğilimi gösteren her ulusal aktör ya ajitatörlüğünü Sorosçu ajanların yaptığı “renkli devrimlerle” ya da dümdüz ABD ordusunun müdahaleleriyle devriliyordu.3
Her süreç karşıtını yaratır. Bu emperyalist yağma sürecinin karşıtı, devlet aygıtının dağılmadığı Çin ve Putin tarafından toparlandığı Rusya’dan çıktı. Bu iki ülkede güçlü devlet, emperyalist tekeller karşısında her biri çok zayıf kalan ulusal sermaye öbeklerinin birbirleriyle rekabetini baskılayarak, ulusal pazarı (bilhassa........
© soL
