menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

TÜSİAD iktidardan ne istiyor?

55 25
26.02.2025

1980 yılının hemen başlarında, 24 Ocak Kararları’ndan çok kısa bir süre önce, TÜSİAD “1980 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi” adlı bir rapor yayınladı. Raporda Türkiye ekonomisinin 1977’den beri derinleşen krizi anlatılıyor ve çare olarak da “dışa açılmak”tan söz ediliyordu; Türkiye’yi ancak ihracata dayalı bir birikim/büyüme modeli kurtarabilirdi ve bir an önce buna yönelik düzenlemelerin yapılması gerekiyordu.

Peki ihracat nasıl artacaktı? TÜSİAD’a göre sadece teşvikler ya da kararnameler ihracatı artırmak için yeterli değildi, ihracat ancak sanayici bundan kâr edebileceğini görürse artabilirdi, ihracatın kârlı olması için ise yeni bir ekonomik iklime, yeni bir modele ihtiyaç vardı. Raporda şöyle deniliyordu:

İç pazarın cazibesi sürdüğü, iç talep tahminlerin üzerinde büyümeye devam ettiği sürece bu olamaz. İç piyasada satmaktansa ihracat yapmayı daha kârlı kılmada araç fiyat/kur politikasıdır. İhracata yönelik üretimde her türlü girdide rakip ülkelerin maliyetleriyle dengelemeyi sağlayacak bir fiyat ve kur politikası uygulanmadan ihracat artırılamaz.

Burada söylenen şey açıktı: patronların iç pazar için üretmeyi bırakıp ihracata yönelmeleri ve burada başka ülkelerle baş edebilmeleri için hem işçi ücretleri düşük hem de Türk Lirası ucuz olmalıydı. Böylece hem alım gücü düşecek, iç talep azalacak ve kapitalistler dış pazarlara mal satmaya yönelecek hem de maliyetler aşağıya inecek, ihraç ürünlerinin fiyatı daha az olacak ve Türkiye kapitalizmi uluslararası pazarlarda hem maliyet hem de fiyat açısından rekabet gücüne kavuşacaktı.

Ücretlerin ve Türk Lirası’nın değerinin aynı anda düşük tutulması, halkın bilinçli, planlı, programlı bir şekilde yoksullaştırılması, fakirleştirilmesi anlamına geliyordu ve elbette ki hem politik hem sınıfsal bir tercihti.

Ancak patronlardan açısından “ufak” bir sorun vardı: 1980 Türkiye’sinde hem emek hareketi hem sosyalist hareket çok güçlüydü ve ücretleri öyle kolay kolay aşağıya çekmeniz ya da parayı sürekli olarak devalüe etmeniz kolay değildi. Yakın geçmişte bunları deneyen hükümetler hem sokakta hem sandıkta ciddi bir halk tepkisiyle karşılaşmışlar ve iktidarı bırakmak zorunda kalmışlardı.

Patronlar 1980’lere girilirken Türkiye’nin birikim/büyüme modelini değiştirmenin, ihracata dayalı bir model kurmanın ve neoliberal politikaları hayata geçirmenin işçi sınıfının ve halkın bu kadar örgütlü ve güçlü olduğu koşullarda mümkün olmadığını biliyorlardı; bu yüzden de darbeyi, askeri çağırmaya başladılar. Türkiye’nin neoliberalizme açılması asker postalıyla ve işçi sınıfının, emek hareketinin ezilmesiyle oldu; hep söylüyoruz, 12 Eylül çok açık ve net olarak bir “sermaye darbesi”ydi.

Geride kalan 45 yılın sonunda Türkiye 12 Eylül’ün ekonomi-politiğinin mantıksal sınırlarına uzandığı zamanları yaşıyor. Öyle ki patronların ve darbecilerin bile hayal edemeyeceği bir şekilde ortalama ücretler asgari ücret seviyesine yakınsadı, asgari ücret neredeyse ortalama ücret oldu, özelleştirmeler büyük ölçüde tamamlandı, taşeron ve güvencesiz çalışma kural haline geldi, sendikalı işçi sayısı dibe vurdu, emek hareketi........

© soL