menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Başkan baba, kral olmak isterse

17 15
22.02.2025

203 sene önce 3 Mart 1801 günü Amerika Birleşik Devletleri’nin kalbi Beyaz Saray’da telaşlı bir gece yaşanıyordu. ABD Başkanı Thomas Jefferson’ın en güvendiği yol arkadaşı İçişleri Bakanı John Marshall, masasındaki yargıç atama kararlarını muhataplarına tebliğ etmeye çalışıyor, bunun için genç erkek kardeşinden bile yardım alıyordu. Marshall’ın bu acelesi pek de yersiz değildi. Zira saatler gece 00.00’ı gösterdiğinde sonbahardaki başkanlık seçimlerini kaybeden Thomas Jefferson’ın görevi sona erecek, seçimleri büyük farkla kazanan John Adams göreve başlayacak, İçişleri Bakanı Marshall’ın da görevi bitecek ve yeni gelen başkan önceki hükümetin atadığı yargıçların göreve başlamasını engellemek için bu atama kararlarının tebliğini durduracaktı.

Dönemin İçişleri Bakanı John Marshall ve ABD Başkanı Thomas Jefferson

ABD, bugün olduğu gibi 203 sene önce de yine bir “kader seçimi” için sandık başına gitmiş; oldukça gergin bir yarışa ev sahipliği yapmıştı. 1776’da bağımsızlığını, 1788’de modern anlamda dünyanın ilk yazılı anayasasını ilan eden bu genç cumhuriyetin kurucu babaları ikiye bölünmüştü. 1800 seçimlerini kaybeden Jefferson gibi Federalistler güçlü bir federal hükümeti savunurken, Adams gibi Demokrat-Cumhuriyetçiler federal hükümet yerine eyaletlerin önplanda olması, daha fazla yetki kullanmasını istiyordu. Bu nedenle seçimlerde Federalistlerin mi, Demokrat-Cumhuriyetçilerin mi kazanacağı ülkenin de kaderini etkileyecek bir meseleye dönüşmüştü. Nitekim Federalistlerin lideri Thomas Jefferson, seçimleri kaybettikten sonra ülkenin “bölünmemesi”, eyaletlere bağımsızlığa gidebilecek ölçüde yetki verilmemesi için siyasi açıdan tartışmalı kararlara imza atmış, yargıya yeni gelen hükümetin önüne engel çıkarabilecek Federalist yargıçlar atamak için Kongre’yle birlikte yasa değişikliğine giderek 58 yeni yargıç pozisyonu oluşturmuş, hepsine de yandaş Federalistleri aday göstermişti. Jefferson bununla da yetinmemiş, en güvendiği adamı İçişleri Bakanı John Marshall’ı, Yüksek Mahkeme Başyargıçlığı’na aday göstermiş, Marshall yeni başkan göreve başlayana kadar hem İçişleri Bakanı hem de Yüksek Mahkeme Başyargıçlığı görevini aynı anda üstlenmişti.

İşte bu nedenle 3 Mart’ı 4 Mart’a bağlayacak gece hem İçişleri Bakanı hem de Yüksek Mahkeme Başyargıcı olan John Marshall, harıl harıl mektupları hazırlıyor, geceyarısından sonra göreve başlayacak yeni başkandan önce Jefferson’ın devletin bekası için yürüttüğü bu hızlı kadrolaşmanın son etabını tamamlamaya çalışıyordu.

1800 seçimlerinin galibi Demokrat-Cumhuriyetçi John Adams

Fakat dönemin teknolojik ve lojistik koşulları elvermedi ve Marshall masasında bulunan atama kararlarının hepsini tebliğ ettiremedi. Saatler 00.00’ı gösterdiğinde Marshall, Senato onayından bir gün önce geçen ve kendisince imzalanan 58 atama kararından 54’ünü tebliğ ederken 4 atama kararını masasında bırakmış, İçişleri Bakanı olarak görev süresi sona ermişti. Yeni gelen başkan John Adams hemen yeni İçişleri Bakanı olarak James Madison’ı atadı ve masada kalan atama kararlarının tebliğ edilmemesini emretti.

Atama kararı kendisine tebliğ edilmeyen Federalist yargıç adaylarından biri de Marylandlı tüccar William Marbury’di. Marbury’nin herhangi bir hukuk eğitimi veya tecrübesi yoktu, Jefferson’ın devleti anti-Federalist “bölücülere” bırakmamak için atadığı emir erlerinden biriydi. 54 arkadaşının göreve başlaması üzerine sinirlenen bu hırslı hüccar, Yüksek Mahkeme’nin yazılı emir vermesini öngören bir kanuna dayanarak yeni İçişleri Bakanı’na dava açtı, masada kalan kararın kendisine tebliğ edilmesini talep etti.

Marylandlı tüccar William Marbury

Böylece söz konusu uyuşmazlık döndü dolaştı; atama kararını hızlı bir şekilde tebliğ etmeyerek her şeye sebep olan eski İçişleri Bakanı, yeni Yüksek Mahkeme Başyargıcı John Marshall’ın önüne geldi.

Marshall’ın işi zordu. Yüksek Mahkeme’ye yazılı emir verme yetkisini veren kanuna uygun olarak yapılan başvuruyu kabul ederse Kongre’deki çoğunluğu da ele geçiren Demokrat-Cumhuriyetçileri öfkelendirecek, Kongre çoğunluğunun kendisi dahil Yüksek Mahkeme yargıçlarını görevden almasının önünü açacaktı. Diğer bir yandan eğer Marbury’nin talebini tamamen haksız bulursa kendi hatasını telafi edemeyecek, kendi partisini kızdıracaktı.

Pragmatik bir entellektüel olan John Marshall’ın bu zor ikilemde bulduğu orta yol, Ahlatlıbel’de bulunan Anayasa Mahkemesi’nin varlığını, birçok anayasa hukukçusunun uzmanlık ve meslek sahibi olmasını sağlayan anayasa yargısının doğmasına sebep oldu. Marshall başkanlığındaki Yüksek Mahkeme, Marylandlı tüccarın yazılı emir talebinin kanuna uygun olduğuna, fakat söz konusu kanunun Yüksek Mahkeme’nin yetkilerini sınırlı bir şekilde sayan ve yazılı emir yetkisini zikretmeyen anayasaya aykırı olduğuna ve bu anayasaya aykırı kanunların Yüksek Mahkemece ihmal edilmesi gerektiğine hükmetti. Marbury’nin talebi haklıydı, fakat talebinin dayandığı kanun anayasaya aykırıydı, bu nedenle talebin yerine getirilmesi, İçişleri Bakanlığı’na atama kararının tebliğ edilmesine ilişkin emrin Yüksek Mahkemece verilmesi mümkün değildi. Marshall hem Marbury’e “haksızsın” dememiş, hem de Kongre’deki düşmanlarını öfkelendirmemişti.

Böylece ülkenin temel meselelerinde uzlaşamayan iki siyasi kutbun kadrolaşma mücadelesi, hırslı bir tüccarın yargıç olma hevesi ve John Marshall’ın orta yolculuğu sayesinde, hem ABD hem dünya anayasa yargısı ile, anayasaya aykırı kanunları iptal/ihmal etme yetkisini haiz güçlü Anayasa Mahkemeleriyle tanıştı.

“Marbury v. Madison” kararı, anayasadan sonra ABD’nin saf başkanlık sistemini ve kuvvetler ayrılığını pekiştiren ikinci bir kurucu metni gibiydi. Bu kararın açtığı yolda Yüksek Mahkeme ve diğer federal mahkemeler, Kongre’nin çıkardığı kanunların, Başkan’ın imzaladığı başkanlık kararnamelerinin denetlendiği, yasama ve yürütmenin dengelendiği güçlü bir yargı organına dönüştü.

En çalışkan kurucu babalardan New York delegesi Alexander Hamilton

Aslında yasama ve yürütmenin yanında bağımsız ve güçlü bir yargı organının olması fikri ABD için pek de yeni değildi. ABD’nin kurucu babalarından Alexander Hamilton, ABD anayasasının kabul sürecinde yazdığı propaganda metinlerinden biri olan 78 numaralı Federalist Yazı’da yargının anayasaya aykırı kanunları geçersiz ilan etme gücünü haiz olması gerektiğini belirtmiş, yargı, yasama ve yürütme erklerinin tek elde toplanması durumunda özgürlüklerin askıya alınacağı hususunda yıllar öncesinde ülkesini uyarmıştı.

Zira Birleşik Krallık kralının ve parlamentosunun, kolonilerin temsili olmadan saldığı vergilere, haksız özel mülk gasplarına ve hukuksuz soruşturmalarına karşı ayakalanan Amerikalılar; sadece krala değil, temel ilkelere aykırı kanunlar çıkaran parlamentoya da karşı isyan etmiş, yeni kurdukları siyasi düzende ne başkanın liderliğindeki yürütmeye ne de halkın temsil edildiği Kongre’ye tam olarak güvenmişti. Bu nedenle ABD anayasası, sert bir kuvvetler ayrılığına dayandırılmış, yasama, yürütme ve yargının birbirini deneletlediği, yeri geldiğinde anayasal ilkeler uyarınca durdurduğu bir “güvensizlik” sistemi oluşturmuştu. Senato, başkanın atamalarını onaylıyor; Kongre’nin yasaları başkanın onayından geçiyor, yargı ise her organın kararını denetliyordu. Her kurum karşılıklı bir denge ve denetim içerisinde bağımsızlıklarını koruyordu.

Kurucu babalar yeni anayasayı tartışıyor

Krala karşı isyan ederek yoktan bir Cumhuriyet kuran kurucu babalar, yeni bir kralın ABD’nin başına gelmesini engellemek için ellerinden geleni yapmış, zamanın ruhuna çok erken tartışmalar yürütüp dünyanın ilk modern yazılı anayasasını kaleme almıştı.

Kurucu babalar her şeyi öngörmüştü, fakat anayasaya mahkemece suçlu bulunanan birinin ABD başkanı seçilemeyeceğine dair bir hüküm koymayı ihmal etmiş, büyük ihtimalle böyle birinin zaten halkın desteğini alamayacağını düşünmüştü.

Ne trajik ki tam bir ay önce ikinci kez göreve başlayan ABD Başkanı Donald J. Trump, hem kurucu babaların iyi niyetli iyimserliğini ters yüz etti hem de hepsini teker teker mezarında ters döndürecek hamlelere imza atarak kendisini “kral” ilan edecek kadar ileri gitti.

Elbette Trump’ın ve Beyaz Saray’ın bu “krallık ilanı” bir şaka. Trump’ın memleketi New York City’de eyalet valisinin itirazına rağmen araç yoğunluğunu azaltmak için konulan bir trafik vergisini kaldırtması sonucunda Demokrat Partililerin yönettiği eyaletlerle dalga geçmek için yapılan kötü bir mizah.

Fakat iş bu kadar basit değil. Zira Trump, göreve başladığı bir aylık bu kısa sürede sadece yaptığı soğuk şakalarla değil, sistematik ve seri hamleleriyle ciddi bir şekilde rejimi değiştirmeye başladı bile.

Sadece başkan değil, rejim de değişiyor

Aslında Trump, çok daha öfkeli ve intikam dolu bir şekilde başladığı ikinci döneminin fragmanını 20 Ocak’taki yemin töreninde gösterime sokmuş, anayasaya bağlılılık yemini ederken korku filmi karakteri gibi giyinen First Lady’nin tuttuğu İncil’e elini basmamıştı. Trump İncilsiz yemin eden ilk başkan değildi, örneğin daha önce John Quincy Adams da bir hukuk kitabına elini basarak göreve başlamıştı. Fakat Trump önünde İncil bulunmasına rağmen elini basmayan ilk başkan olmuş, aslında tek ayağı havada yemin etmişti.

Yine de Trump’ın anayasaya bağlılığını kuru bir yeminle değerlendirmek biraz naif. Zira Trump, ilk başkanlık dönemini anayasal düzene başkaldırarak sona erdirmiş, kendi atadığı yargıçlar ve seçim yetkilileri tarafından onaylanan meşru bir seçimi soyut hile iddialarıyla reddetmiş, sonuçları tersine çevirmeye çalışmış, sonuçların iptal edilmesi için destekçilerini seçimlerin tasdik edildiği Kongre oturumuna yönlendirmiş, kendi başkan yardımcısı Mike Pence’ten anayasaya aykırı şekilde sonuçları reddetmesini istemişti. 2024 seçim zaferi sonrasında Trump hakkındaki 6 Ocak 2021 Kongre baskını yargılamaları düşürüldü, fakat bu olay Trump’ın zihin dünyası için önemli bir milat.

Trump ve seçmenlerinin büyük bir çoğunluğu, 2020 seçimlerinin Biden tarafından kazanıldığına inanmıyor, bu seçimleri hileli buluyor. Bu nedenle 2020-2024 arasındaki Biden hükümetini meşru olarak görmüyor. Tam da bu nedenle Trump adeta bir “işgal hükümeti” sonrası göreve gelmiş “kurucu bir lider” edasıyla hareket ediyor.

Tam da bu yüzden göreve şu cümlelerle başladı “Son seçim başarım bana korkunç bir ihaneti tamamen tersine çevirme ve insanlara inançlarını, zenginliklerini, demokrasilerini ve özgürlüklerini geri verme yetkisi veriyor. Bu andan itibaren Amerika’nın düşüşü sona ermiştir.”

Trump önceki yönetimi, gayrimeşgu, işgalcilerle iş birliği yapan bir hükümet olarak tanımladığı için aslında sadece önceki kurallara dayanan yeni bir hükümet kurma hevesiyle değil, “gerçek Amerika’ya” yakışan yeni bir rejim tesis etme hırsıyla hareket ediyor.

Bu nedenle ilk yaptığı işlerden biri önceki yönetimin “siyasi gerekçelerle” hapse attığını iddia ettiği 6 Ocak Kongre baskını faillerini affetmek oldu. Önceki başkanların aksine sadece bir önceki yönetimin temel yönetimlerini iptal veya revize etmek yerine, tamamen yeni kararnameler imzaladı.

Son dönemdeki ABD başkanlarının ilk 100 günde imzaladığı kararname sayısını gösteren çizelge

Trump daha bir ayını doldurmadan 68 kararname imzalayarak önceki başkanların ilk 100 günde imzaladığı kararname sayısına fark attı.

Trump’ın bütün hamleleri ve tavrı “rejimi değiştirmeye” yönelik. Nitekim seçim döneminde de Trump yandaşları, ABD milli marşı ve bayrağını Trump ve 6 Ocak Kongre Baskını sembolleriyle revize etmiş, kendi siyasi görüşlerine göre ayarlamış, hatta muhafazakar bir Yüksek Mahkeme yargıcının eşi bile evinin bahçesine Trumpçılar gibi ters bir ABD bayrağı asmıştı. Bu milli sembollerin ters yüz edilmesi, Trump’ı durdurmaya çalışan müesses nizam Amerikasına yönelik bir tepki olarak gelişti. Trump da bu tepkiyi temel alarak her seferinde bu müesses nizam Amerika’yı yok edeceğini söyleyerek mitinglere çıktı, seçmen desteğini konsolide etti.

İmzaladığı kararnameler ile ABD’nin birçok konudaki resmi politikasını değiştirdi: siyahlara, kadınlara, eşcinsellere ayrımcılık yapılmaması ve yeri geldiğinde pozitif ayrımcılık uygulanmasını öngören DEI (Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık) politikası terk edilmesi, ofislerin kapatılması, Dünya Sağlık Örgütü ve Paris İklim Andlşaması’ndan çıkılması, Elon Musk liderliğinde kamu harcaması ve personel sayısının kısılmasından sorumlu Verimlilik Departmanı’nın kurulması, transların ordu ve kadın spor takımlarındaki varlığının kısıtlanması, sınır politikasının değişmesi, sınır dışı işlemlerinin artması vb.

Trump daha önce detaylı bir şekilde hazırladığı kararnameleri imzalayarak seçim kampanyasında verdiği sözleri hızlıca tuttu. Fakat bunun da ötesinde, Kongre’nin Senato ve Temsilciler Meclisi’nde partisinin çoğunluk olmasına rağmen ülkeyi kararnamelerle yönetme hevesi taşıdığını da gösterdi.

Make Kararname Great Again!

Trump’ın büyük bir seronomi ve medya ilgisiyle imzaladığı kararnamelerinin birçoğu temenni boyutunda. Fakat bu tür kararnameler bile önemli. Örneğin, ilk imzaladığı kararnamelerden birinde Trump ABD hükümeti nezdinde sadece erkek ve kadından oluşan iki biyolojik cinsiyeti kabul ettiğini açıkladı: “Kadınlık, döllenme sırasında büyük üreme hücresini üreten kişinin; erkeklik ise döllenme sırasında küçük üreme........

© Serbestiyet