menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“Kefen-i Zarûret”, bir kat bez ve sarı torbalar

11 1
11.05.2025

Önyargıyı kırmak zor da, önyargıların bir anda tuzla buz, yerle bir ettiği şeyler çok. İnsanın “insanlığı” da buna dâhil. “Öyle bilirdik” misali kolayca beslenen “bilişsel” önyargılarla insan, sadece kendi görüşlerini, yargılarını destekleyen aklın, duyguların peşinde yırtıcı sürü davranışı bile gösterebiliyor.

“Bile”sinin de gereksiz kaldığı örneklerden birisini Sırrı Süreyya Önder’in ölümünden hemen sonra gördük. Ölümünü nefretine vesile sayanlar, ölenin ardından bile beddua üretebilenler bir yana… Zafer Partisi İstanbul Gençlik Kolları da Önder’in ilk adını bolt bolt yazarak “sarı torba”lı çeşit çeşit posterlerle, düşmanlığın ölüme doymayan afişlerini hazırladı.

Kötülüğün boy aynaları

Ömrünü barışa adayan, eşkâli tebessümüyle tanımlanan bir insanın ardından -onun deyimiyle- “insanlıktan zerre-i miskal nasibi olan” dillerin varamayacağı yorumlara rastlamıştım da, ellerin varamayacağı “iş”leri böyle de gördük. Ne yazık, ne felâket…

Kötülüğün boy aynalarıyla doldu sosyal medya. Ötesi boydan boya faşizme, ırkçılığa, şiddete giden bir kötülüğün “kapkara mizah”ıyla yaptıkları, eski Lunaparklardaki “kahkaha aynaları” efekti yaratıyor bazı yorumlarda. Sırıtıyor…

“Öteki”nin ölümüne, katline, ardından attığı kakafonik kahkahalarıyla da ünlenen, kahkahasıyla da çirkin “kötü kahramanlar”… Metin Altıok’un yarım asır önceki deyişiyle sanki “Çağıdır şimdi kurgusal /Bütün kötülüklerin”.

“Ölenin ardından”…

“Ölenin ardından” yapılmaması gerekenleri biliyor, hissediyor da insan… Dinen yapılması gerekenlere bakınca, “amel”ler, okunacak dualar, çekilecek tespihler, kelime-i tevhidler, verilecek yemekler, gün gün yapılacaklar, tâziyeler, “son vazifeler”le dolu bir uğurlama ritüeli çıkıyor karşıma. “İnsanlık şeref ve haysiyetine yaraşır şekilde, edep ve îtinâ ile yapılması gerekenler”.

Hepsini bilmesem, öyle eylemesem, çoğuna fiilen katılmasam da “başka”sının acısını bir şekilde, o an paylaşma, en azından kabullenme duygusuna nâil olmanın da ifadesi. “Müslümana farz, sünnet, müstehab”, insana kıssadan hissesiyle yol yordam.

Mahallede misket oynarken cenaze arabası geçince hep birlikte ayağa kalktığımızı hatırlıyorum. Ölü evinde bir köşede sessizce, kıpır kıpır olmaya çabalayarak oturduğumuzu, mevlit şekerinden lokum değil bir tane akide aldığımızı da… Öyle öğretmişler, öyle görmüşüz. İslâmî tedrisat değil çocukluktan bir nebze âdâb-ı muâşeret eğitimi. Yani “birlikte yaşayıp hoş geçinme adabı”.

“Yapılmazsa herkes mesul”

Yaşarken insana saygının, itibarın sıradanlaşan, ortalıkta sırıtan yokluğu, ölümde bile artık edep, vicdan tanımıyor. “Komşuluk” da… Hem de yüzde 94’ü Müslüman ülkede.

Ölenin ardından onu usullere göre defnetmek, kefenlemek, namazını kılmak “farz-ı kifâye”ymiş mesela: “Kesinlikle yapılması gerekenler”. “Yapılmazsa gücü yeten, eli varan herkes mesul”.

Vasiyetini yerine getirmeye çalışmak, en azından saygıyla karşılamak da dinen görev. Sırrı Süreyya Önder’in uğruna hayatını adadığı vasiyetinin barış olduğu belli de, bir de mütevazı isteği olmuş: “Cenaze namazımı İhsan Eliaçık kıldırsın.”

İktidarın bir süredir değiştirdiği tutumuyla öyle de oldu ama ona, son isteğine bile laf yetiştirenlere, nefretine malzeme edenlere rastladım. “O namaz sayılmaz” diye “hâriç”ten ahkâm kesene de…

“Kefen-i zaruret” yazısı

Bütün bunlara bakarken, Sırrı Süreyya Önder’in Radikal’de 14 yıl önce, 30 Mart 2011’de yayınlanan yazısı da önümde: “Kefen-i Zarûret”. Yazısına “İslam’a göre ölen erkek veya kadını, bedenleri örtülecek şekilde kefenlemek farzdır” diyerek başlıyor. Ardından kefeni, erkek ve kadın kefenlerini tüm ayrıntıları, usulü, türleriyle anlatıyor.

Anlattığı özel bezlerin, parçaların bulunamadığı durumlarda da “ölünün bir kat beze sarıldığını” buna da “kefen-i zaruret” denildiğini vurguluyor. Ama “bir mevtanın böyle defnedilmesi için gerçekten mücbir (zorlayıcı sebepler) bulunması gerekir.”

Bebeğe höllük eleyenler

Ki öyledir, o yokluktadır memleketin farklı coğrafyaları, gözden uzak yerleri. Mesela Önder’in memleketi Adıyaman’da da bebeğe “höllük” eliyorlarmış. Kundaktaki bebeğe -geçirimsiz- bez görevi yapması için altına konulan toprak türü. Isıtılarak kullanılırsa bebeği sıcak da tutuyor.

Erzurum yöresinden türküsüne de kulağımız âşinâ: “Eledim eledim, höllük eledim /Aynalı beşikte canan bebek beledim /Büyüttüm besledim, asker eyledim /Gitti de gelmedi canan, buna ne çare?”

“Bizi kınamasın ehl-i din olan”

Kore Savaşı yıllarında yakılmış. Sözlerinin -sık rastlanmayan- orijinalinde “Kore dağlarında ot kucak kucak /Ne bilsin analar (oy oy) böyle olacak /Rahmet yerine kurşun yağacak /Gitti de gelmedi canan buna ne çare” dizesi var. TRT arşivlerinden özellikle çıkarmışlar.

Musa Eroğlu da değinmiş bir röportajında: “Derlemelerde herhangi bir erkten korkulmamalıdır, utanç duyulmamalıdır. Toplumu, sosyolojik-psikolojik yapısını anlattığı için tarafsız bakılmalı türkülere.

1950’lerde anaların çocuklarının Kore’ye gitmemesi için söyledikleri bir türkü var. Beyler rahatsız olmasın diye, (belki ABD hatırına da) o türkünün o kısmını çıkarmışlar, türküyü katletmişler.” O türküyü yakan böyle bir âkıbeti de öngörmüş, usulca mırıldanmış sanki: “Bizi kınamasın........

© Serbestiyet