“Duygusal” ifade özgürlüğü
Hayatın her alanında yaşananların, insanlara seri hâlde yaşatılanların tarifi zor. Aklıma bir zamanlar Milliyet Yayınları’nın “korku-polisiye türü” cep kitapları serisi geliyor: “Kara Dizi”. Esasında adını ne koysam “mübalağa sanatı” bile sayılmaz.
Tasvirinden öte sindirmesi de zor… İnsanın ayarlarını da etkiliyor. Sadece düşüncelerini, değerlendirmelerini, tanı(m)larını değil “duygudurum”unu, onun ayarını da… Hani psikolojideki “bireyin çevresinin gözlemleyebileceği veya bireyin belirtebileceği sabit duygusal durum”u, “hissediş tonu”nu.
İnsanların düşüncelerine, huzuruna, güvenliğine, bir avuç özgürlüğüne, varlığına pervasız müdahalelerle, baskılarla eziyete, zulme dönüşen hayatın yarattığı travmalarda da psikoloji giriyor devreye. Travma nedeni sayılan her şey ortalıkta. Psikolojiden ekonomiye “Travma pazarı”…
“Anayasal haklarımız” ünitelerinde sıralanan, “yaşama hakkı” ile başlayıp “hak arama hürriyeti”ne uzanan onca “madde” de “kara dizi” gibi. Bütün bunları “hissediş tonum” duyguları ifade özgürlüğünü ve onu kullanma hakkını öne çıkartıyor. Hislerimi anlatma, açıklamaya çalışma hürriyetimi…
İfade özgürlüğünün ihlali!
Bugün Anayasa’daki “düşünce ve ifade özgürlüğü”nden filan söz etmek, eski bir “fıkra kalıbı”nı hatırlatıyor zaten… Kütüphaneye giden genç sormuş: “Düşünce, ifade özgürlüğüyle ilgili kitaplar nerede?” Çayhaneden kütüphanenin müdürlüğüne atanan adam -gergin- yanıtlamış: “Masal, bilimkurgu bölümüne bi bak!”
O mefhumun itibarı, reytingi de yok hükmünde. “İfade özgürlüğü ihlal edildi” gibilerinden bir başlığın bırakın manşet olmasını, haber değeri bile yok.
Efendim, herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahipmiş… Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsarmış…
“Ve, veya, ya da”, yok efendim, herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahipmiş… Kara mizah yazısı değil meramım ama ne desen kendiliğinden oraya varıyor. Edebiyat da sayılmaz; sadece “gerçek olaylardan hareketle” duygularımı aktarmak.
“Duygusal özgürlük” çekincesi
Bu yazımda -kısmen de olsa- o “duygusal özgürlüğü”mü kullanmaya çalışacağım. Bu özgürlüğün kullanılmasıyla ilgili ihtirazım “iktidarî” değil ihtiyâri… (“Çekinme” yerine “ihtiraz”ı, “isteğe bağlı” yerine “ihtiyâri”yi yazımın melodisine, derdimin nağmesine uyduğu için kullandım. Hisliyim, “içli”yim çünkü…)
Evet, biraz çekiniyorum da… Yanlış anlaşılmak sıradan da, doğru anlaşılmak da bu duygumu engellemiyor. “Kendimi doğru, iyi anlıyor, anlatabiliyor muyum?” da ayrı mesele. Yaşananlara karşı “duygu hürriyeti” ve onun “duygusal” ifadesi iktidara karşı alanda da pek makbul görülmüyor üstelik. “Olaylara yani onca kıyamete bakarken duygusal olmayalım” tabii.
Duygusal derinlik, o sıcaklık da gerektiği kadar önemsenmiyor, farklı yorumlanıyor belki. “Duygusal”ın, “Edebiyat yapma!”nın mirası kuvvetli… Oysa edebiyat en esaslı, etkili ifade özgürlüğü kurumu.
“Asıl gündem”-“fasıl gündem”
Gündeme gelenle gündemden düşenlerin hız ve bolluğu, “asıl gündem”le “fasıl gündem” karmaşası da “duygudurum”u zorluyor. “Hissediş tonun” megaton oluyor anında… İktidarın hem 30 yıl sonra Ekrem İmamoğlu’nun, hem ülkenin kucağına bıraktığı “diploma iptali” bile yeni operasyonunun, pervasız hamlesinin gerisinde kaldı misal.
Sosyal medyada “İmamoğlu’nun yeniden askerlik yapması da gerekiyor” kampanyası başlatanların hevesi de kursaklarında kaldı, diyeceğim ama hem kursakta daha büyük lokma var… Hem istenirse neden olmasın? İktidar muhalefete yönelik seri ve toplu operasyonlarının zirvesini zorluyor.
İmamoğlu ile birlikte 100 kişilik operasyonuyla ulaştığı “zirve”ye bile temkinle, tereddütle yaklaşıyorum artık. Neredeyse her adım ayrı zirve… Bu yüzden bazı haberlerdeki gibi “son zirvesi” filan demiyorum özellikle. Sonu gelmiyor… “Bilmem nenin zirvesi” vurgusunun önüne her türlü betimlemenin eklenmesi de mümkün böyle bir ortamda.
“Yazı”nın bir günde eskimesi
Bu ay yayınlanan yazılarıma bakıyorum. Peş peşe yaşadıklarımız “Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur” imalarıma, bir nevi tedbirime rağmen kurduğum bazı cümleleri, temkinli hayalleri bile örselemiş, eskitmiş. Tereddüt ve beklentilerimi de güncellemiş maalesef. Geçen hafta yayınlanan “En kapsamlı nefret suçu” yazım bugün daha da uzardı mesela. “Güncellenme”ye de muhtaç sanki.
9 Mart’ta yayınlanan “Stil, mezar-ı metrûke ve barış” yazımda Sırrı Süreyya Önder’e değinirken........
© Serbestiyet
