menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Operasyon endişesi, aile içi bölünme, siyasi tercihler: Süleymancıların kısa tarihi

27 0
01.06.2025

Süleymancıların lideri Süleyman Hilmi Tunahan, 1888 yılında Silistre’nin Hezargrad kasabasının Ferhatlar köyünde dünyaya geldi. Babası Hocazade Osman Efendi, tahsil hayatını İstanbul’da tamamladıktan sonra Silistre’ye dönmüş meşhur bir âlimdi. Osman Efendi çocuklarının ilk tahsillerini kendisi verdi. Oğlu Süleyman Efendi’yi, Rüştiye Mektebi’nden sonra yüksek tahsil yapması için İstanbul’a gönderdi.

Süleyman Efendi, İstanbul Fatih Medreseleri’ne geldiğinde, medresede yer kalmamıştı. Bu sebeple, bodrumda yatıp kalkıyorlardı. İmkân olmadığı için çok zor şartlar altında, mum ışığında ders çalıştılar. Çalışkan bir talebe olan Süleyman Efendi, 1916’da birincilikle diploma aldı. Ardından Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi kısm-ı âli (İlahiyat Fakültesi) bölümüne kayıt yaptırdı, iki yıl sonra mezun oldu.

Üniversite tahsilini bitiren Süleyman Efendi akademik kariyer yapmak için Süleymaniye Medresesi’ne bağlı “Medrestü’l-Mütehassisîn”e (yüksek lisans-doktora) kaydoldu. Buradaki tahsilinin ilk iki yılını tamamladıktan sonra 1918’de “İstanbul Müderrisliği Ruusu” unvanını aldı.

Süleymaniye Medresesi’ne girmeden önce Medresetü’l-Kuzât’ın (Hukuk Fakültesi) giriş imtihanını birincilikle kazanmıştı. Bunu babasına mektupla bildirdi, ancak “Üç kadıdan ikisi cehennemdedir” meâlindeki hadis-i hatırlatan babası, “Süleyman! Ben seni İstanbul’a, cehenneme gitmen için göndermedim” cevabıyla uyardı. Süleyman Efendi, babasına verdiği cevapta; maksadının hakimlik mesleğine geçmek olmayıp, devrin bütün ilimlerinde kemâle ermek olduğunu bildirdi.

1 Haziran 1920 tarihinde Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesinde müderrisliğe başladı, ancak 3 Mart 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat kanunu gereğince medreseler kapatılınca müderrisliği bırakmak zorunda kaldı. Bu durum Süleyman Efendi’nin hayatında bir dönüm noktası oldu.

İstanbul’daki müderrisler cemiyetinde hararetli tartışmalar yaşandı. O dönemde var olan 520 müderrisin görevlerine son verilecek, hükümetin uygun göreceği imamlık, vaizlik veya emeklilik gibi yeni vazifelere tayin edilecekti. Müderrisler ister istemez durumu kabullenmiş görünüyorlardı. Sadece Süleyman Efendi, bu hadisenin din ilimlerinin ve Kur’an ilimlerinin kaybolmasına sebep olacağını düşünerek diğer arkadaşlarına ikazda bulundu:

“Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette, bugün için dinin teminatlarısınız. İkişer, üçer kişi oturup, onlara dini öğretirseniz asgari 50 sene bir-iki nesil boyu İslam’ın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız, huzur-u İlahide mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız.”

Süleyman Efendi sonunda arkadaşlarının bazılarını, “Biz, aşağıda isim ve imzaları bulunan dersiamlar, dini ve İslami ilimleri ücretsiz gönüllü okutmaya hazır olduğumuzu bildiririz” telgrafını çekmeye ikna edebildi. Fakat cevaben gelen telgrafta “Memlekette, tevhid-i tedrisat kanunu yürürlüktedir, aksine hareket eden şiddetle cezalandırılacaktır” deniliyordu.

Böylelikle Süleyman Efendi’nin müderrisliği sona erdi ve kendisi İstanbul vaizliğine atandı. Diğer müderris arkadaşları ona, “Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim.” diyordu. O ise bu sözlere karşı çıktı: “Efendiler! Hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık, İslam’ın tebliğ memurluğudur.”

Süleyman Efendi İstanbul vaizliğine tayin edilmekle beraber o günden sonra talebe okutmayı hayatının gayesi olarak gördü. Fakat okutacak talebe bulunmuyordu. Bazen dersiam arkadaşlarını ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sorardı. Onlardan, “Nerede.. böyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki…” cevabını alınca üzülür ve kendisine verilmesi halinde okutabileceğini söylerdi. Ancak bu da kabul görmezdi.

O zor günleri şöyle anlatıyordu:

“Okutma imkânı yoktu fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı, çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. Sonradan talebe okutma imkânı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi.”

Süleyman Efendi bir yandan İstanbul’un değişik camilerinde vaaz ederken, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya başladı. Gedikpaşa’daki Azakzade apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendi’yle oluşan halkaya, daha sonra Biletçi Hüseyin Efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Hocalar dahil oldu. Peşinden Topçular’da, Kısıklı’da, Şehzadebaşı’nda halkalar oluştu.

Talebelerini işçi olarak gösteriyordu

Çok sıkı takibat altında olduğu için sıkça yer değiştirmek zorundaydı. Bir gün Şehzadebaşı’ndaki caminin müezzin odasında, diğer gün Erenköy’de bir talebesinin evinde, öbür gün bir apartmanın bodrumunda, bir sonraki gün bir başka yerde ders okutuyor, Kur’an öğretiyor, nasihat ediyordu.

“Evlâtlarım! Bugün insanların pek çokları vadilerden akan sel gibi cehenneme doğru hızla akmaktadırlar. İnsanlar bu selden kendilerine lâzım olanları kurtarmak için nasıl çırpınırlarsa; biz de ilim ve cihadla cehenneme gitmekte olan bu insanlardan elimizden geldiği kadar kurtarmaya çalışacağız.”

Fakat öyle zamanlar geldi ki, talebeyle bir yerde toplanıp okutmak imkânı kalmadı. Taksi kiralayıp İstanbul’u gezermiş gibi okutmayı denedi. Birkaç talebesi ile Haydarpaşa Gar’ından Ankara istikametine giden trene biniyor, Arifiye istasyonuna kadar ezberden ders okutuyordu. Arifiye istasyonunda iniyor, Ankara’dan gelen trene binerek İstanbul’a kadar okutmaya devam ediyordu.

1930-36 yılları arasında Çatalca’da kiraladığı Halit Paşa’nın Kabakça Çiftliğinde bulabildiği birkaç talebe ile derse başlamıştı. Bir taraftan ders okutuyor, diğer taraftan da Sirkeci’ye gelerek, Anadolu’dan bir liraya çalışmak için gelen gençlere üçer lira vererek okutmak için yanına alıyordu. Kabakça çiftliğinde beş ayrı değirmende talebe okutup derse devam ederken bu durumdan şüphelenen polisler bu kadar gencin çalışmasında bir iş var diyerek takibe aldılar. Çünkü Süleyman Efendi, talebeleri işçi olarak gösteriyordu.

Süleyman Efendi bu takipten kurtulabilmek için talebeleriyle oraya 20 km uzakta olan Kuşkay dağına gitmek zorunda kaldı. Eşya ve kitaplar sırtlarında oldukları halde orada bir kulübede derse yine devam ettiler. Ancak bunu haber alan jandarmalar Süleyman Efendi’yi Kur’an öğretirken yakaladılar.

Süleyman Efendi daha sonra Lüleburgaz’da pancar çiftliği kiraladı, çapa adı altında talebe okutmaya devam etti. Ardından Anadolu’ya geçerek Konya Ereğlisi kırlarında ve Toros dağlarının tepelerinde kurduğu mandıracılık aracılığıyla talebe okutmakla meşgul oldu. 1936 yılı yaz mevsiminde talebesi ve damadı olacak Kemal Kaçar ile tanıştı. Kaçar talebe organizyonunda en büyük yardımcısı oldu.

Ancak ne yapsa takip ve tevkiflerden kurtulamıyorlardı. 1939 yılında bir gün evinden alınarak İstanbul Emniyeti Birinci Şube’ye getirildi. Oradaki üç günlük işkenceye dostları ve yakınları da ortak edildi. Ama mahkemeye çıkarıldığında Birinci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından salıverildi.

1943 yılında vaizlik yetkisini elinden alındı. İkinci bir takip ve arkasından da tevkife uğradı. Bu defa tabutluklardaki işkence sekiz gün sürdü. Binlerce mumluk ampuller altında uykusuz günler geçirdi. Arkasından yine kefaletle tahliye oldu ve sonuçta beraat etti. Zorluklara........

© Serbestiyet