Bir şeyhin iki düşman müridi
Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı’dan beri tarikatlar var oldu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki dönemde ise ülkemizde yasaklandı. Bu yeni dönemde, binlerce yıldan beri aynı hayatı yaşayan insanlar, birden bire bambaşka bir hayat tarzı yaşamaya başladılar. Bu tepeden inme yeni hayat tarzında Hilafet, Saltanat gibi dini yaşam da, “Eski geçmiş” olarak değerlendiriliyor, “Eskiyi unut, yeni yolu tut” nakaratları resmi törenlerde, resmi dairelerde ve okullarda tekrarlanıyordu.
Halkın içinden değil, tepeden inen bu yeni yol, halka ne kadar yabancı gelse de yaşamaktan başka şansları yoktu. Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı’nın yorgunluğu, bıkkınlık, yoksulluk, çaresizlik, o yıllarda çoğu köylerde kasabalarda süren yaşam, insanlarda derman bırakmamıştı. Halk içine kapanmış, beklentisiz bir yaşantı içindeydi. O yıllarda artık tarikat toplantıları, sohbetler yapılmıyordu, zaten yapılamazdı.
Yıllar geçtikçe, zamanla “Eskiyi unut, yeni yolu tut” diyenlerin umduğu gibi, eski unutulmuş, yeni yol tutulmuştu. Fakat 1950’lerde durumun böyle olmadığı ortaya çıkacaktı. Artık yok sanılan tarikatlar, İkinci Dünya Savaşı ve sonrası 1940’lı yıllarda gizliden de olsa zikir toplantılarına başlamış, 1950’lerde faaliyetleri açıktan arttığı gibi bazıları geniş kitlelere hitap eden cemaatlere dönüşmüştü.
Başta Nurcular ve Süleymancılar olmak üzere, tarikat ve cemaatler, 1960’lı yıllarda gazete, dergi ve kitap neşriyatına başlamış, yayınlanan kitaplar köy camilerinin avlularında satılacak kadar yaygınlaşmıştı. “Eskiyi unut, yeni yolu tut” diyenler, bu gelişmelere karşı haliyle tepkiliydi. Yargı, hükümet, basın araçlarıyla onlara yönelik ağır tepkiler verilse de, Anadolu’nun her yerinde tarikatların sayısı hızla artıyordu.
Aslında tarikat ve cemaatler birlikte hareket etmiyordu, homojen yapıya sahip değildiler. Hatta 1970’li yıllarda bazıları birbirlerine mesafeliydi, kimileri çatışıyordu, bazıları birbirini tekfir ederken, gruplara bölünenler de oluyordu. Türkiye’de cemaat ve tarikatlar bir yandan çoğalırken, bir yandan da her yapı en güçlü olmanın, öne çıkmanın mücadelesini veriyordu. Bu durum 1990’lara kadar sürdü, 2000’li yıllarda ise büyük çoğunluğu bir birbiriyle uzlaştı.
Şeyh Fehmi Arvâsî ve Şeyh Abdülhakim Arvâsî
Her cemaatin kendine ait bir mücadele tarihi var. Bugün TGRT televizyonu ve bir dönem 1.5 milyon gibi tiraja ulaşabilmiş Türkiye gazetesi ile tanınan, 22 Şubat 2013’te vefat eden liderleri Enver Ören’le anılan Işıkçılar, İhlas Holding’le anılan bir cemaat.
Yeni nesil, bu cemaatin lideri olarak iş insanı Enver Ören’i bilse de, Ören’in kayınpederi emekli Albay, kimyager, yazarHüseyn Hilmi Işık asıl faaliyetleri başlatan kişi. Cemaat adını onun soy isminden almıştır. Fakat bu yapıyı oluşturan gerçekte Şeyh Abdülhakim Arvâsî, aynı zamanda cemaatin manevi önderi. Şeyh Abdülhakim Arvâsî’nin 1943 yılında vefatından sonra yerine Seyyid Ahmet Mekki geçince, Hüseyn Hilmi Işık ona bağlandı.
Işıkçıların tarihi Şeyh Abdülhakim Arvâsî’yi yetiştiren Şeyh Fehim Arvâsî’den başlıyor.
Kaleme aldıkları bir biyografiye göre, Şeyh Fehim Arvâsî Irak’tan Doğu Anadolu’ya yerleşmiş ve çok sayıda âlim yetiştirmiş bir aileye mensuptur. 1825’te bugün Van’ın Bahçesaray kazasına bağlı Arvas köyünde doğdu. Önce dedelerinin kurduğu Arvas’ta, bilahare Müküs (Bahçesaray) Mir Hasan Veli medresesinde okudu. Cizre’de Şeyh Hâlid-i Cezerî’nin derslerine devam etti. Muş’un Bulanık kazasında Molla Resul Sübkî’den ilim icâzeti (diploması) aldı. Daha sonra Nakşî, Kâdirî, Çeştî, Sühreverdî ve Kübrevî tarikatlarından talebe yetiştirmek üzere mutlak halife oldu. Arvas’a dönerek Arvas medresesini canlandırdı. Burada 60 kadar talebe yetiştirip mezun etti. En meşhurları oğlu Van müftüsü Muhammed Emin Efendi ve Abdülhakîm Arvâsî’dir.
Abdülhakîm Arvâsî’nin iki müridi: Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Hilmi Işık
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Türkiye’nin ilk yıllarında (1860-1943) yaşayan Abdülhakîm Arvâsî de şeyhi Fehim Arvâsî gibi Moğol istilâsı sebebiyle Irak’tan Doğu Anadolu’ya yerleşmiş bir aileye mensuptur. 1860’ta o zaman Hakkari vilâyetinin merkezi olan ve şimdi Van’a bağlı Başkale kazasında doğdu. 1879’da Arvas’ta Nakşî şeyhi Seyyid Fehîm Arvâsî’ye talebe oldu. Kendisinden 1882’de icâzetnâme (diploma) ve 1887’de Nakşıbendî, Kâdirî, Çeştî, Kübrevî ve Sühreverdî tarikatlarından hilâfet alarak memleketine döndü.
Başkale’de kendi parasıyla kurduğu medresede 29 sene talebe yetiştirdi. Sultan II. Abdülhamid tarafından taltif edildi. Mekke’de görüştüğü Şeyh Ziya Masum Müceddidî, kendisine Üveysî hilâfeti de verdi. Sultan Vahideddin tarafından 5 Ağustos 1919’da Süleymaniye Medresesi’ne tasavvuf müderrisi olarak tayin edildi. Aralık ayında da Eyüp Sultan’da münhal Kaşgarî Dergâhı postnişinliği kendisine tevdi edildi.
1924-1928 yılları arası Vefa Lisesi’ne din dersi muallimliği yaptı. 1925’te tekkeleri kapatan kanun gereği, Eyüp Sultan, semti, Kaşgari Murtaza Efendi Cami yanında bulunan Kaşgarî Dergâhı’nda ömür boyu oturmasına müsaade edildi. 1924 yılında İstanbul vâizliğine tayin olundu. İstanbul’da Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Ayasofya, Bakırköy Zuhuratbaba, Kadıköy Osman Ağa, Kasımpaşa Câmi-i Kebir, Üsküdar Yeni Câmi ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsülerinden senelerle vaaz........
© Serbestiyet
