Unutmak, hatırlamak, anlatmak ( III ) : Politik rejim olarak hatırlamak
Belleğin etik yükünü konuştuk, hatırlamanın bir sorumluluk biçimi olduğunu; unutmanın da zaman zaman suç ortaklığına dönüşebileceğini. Sonra, bu hatırlamanın ne tür estetik formlar içinde ortaya çıktığını; anlatının, görünürlük ve biçim tercihleriyle aslında hem bir hafıza mimarisi kurduğunu, hem de onu kendi sınırlarına hapsettiğini tartıştık.
Şimdi ise, belki en çetrefilli meseleye, belki en çıplak sorulara geliyoruz: Hatırlamaya kim karar verir?
Ve bellek, gerçekten bireysel bir yeti midir, yoksa iktidarın arşivleri mi bizim neyi hatırlayıp neyi unutacağımızı belirler?
Bellek veya bir anlamda “hatırlama bankası rezervleri” her zaman politik olmuştur. Çünkü neyi anı olarak saklayacağımız, neyin resmî tarihe geçeceği, neyin “geçmiş” sayılacağı doğrudan iktidarın organizasyonudur. Michel Foucault’nun söylediği gibi, bilgi kadar hafıza da iktidarın nesnesidir. Bu, yalnızca müzelere neyin konacağı, sokak isimlerine kimin verileceği, arşivlerde hangi evrakların “gizli” kalacağı gibi somut biçimlerde değil; aynı zamanda dilin içinde, gündelik olanın sessiz alışkanlıklarında, yasla kurulan ilişkinin kendisinde işler.
Kimi toplumlar unutur çünkü hatırlamak yasaktır. Kimi toplumlar unutur çünkü sürekli hatırlatılan şey, aslında unutmaları istenen şeyin üzerini örter. Tıpkı Walter Benjamin’in “tarihi galiplerin yazdığı” uyarısında olduğu gibi: geçmişin belleği galiplerce inşa edilirken, kaybedenler ya sessiz kalır ya da yok sayılır. Ve bazen bu sessizlik, yalnızca bastırmanın değil, yönlendirilmiş bir unutuş biçiminin sonucudur.
Türkiye’de bu yönlendirilmiş unutuşun izlerini her yerde bulmak mümkün: Dersim’in adı yıllarca “bir isyan bastırması” olarak anıldı ama ne göç edenler, ne kayıplar, ne acı yer buldu tarih kitaplarında. 6-7 Eylül olaylarının görüntüleri arşivlerde var ama sesleri yok; kimse bu sahneleri anlatanların gözlerine bakarak dinlemiyor. Diyarbakır Cezaevi’nin duvarları duruyor ama o duvarların içindeki çığlıklar hâlâ yasadışı sayılıyor.
O yüzden bu yazı, hatırlamanın artık yalnızca etik bir sorumluluk ya da estetik bir ifade olmadığını, aynı zamanda politik bir mücadele biçimi olduğunu iddia edecek. Kim hatırlayacak? Ne zaman ve ne şekilde? İşte bu soruların cevabı, sadece geçmişin değil, şimdi ve geleceğin rejimini de belirler.
Çünkü hafıza, her zaman bir arzu alanı değildir. Çoğu zaman bir çatışma alanıdır. Ve bu çatışmanın ortasında, bizler yalnızca unutanlar ya da hatırlayanlar değiliz — aynı zamanda, neyin hatırlanması gerektiğine karar vermeye çalışan özneleriz.
Devletin hafızası yoktur, arşivi vardır. Ama bu arşiv neyin kaydedileceğine karar verirken, neyin unutulacağına da hükmeder.
Bellek, bir bireyin geçmişiyle kurduğu içsel bağ değil sadece — aynı zamanda bir toplumun kendine neyi yakıştırdığıyla, neyi dışladığıyla, neyi konuşulur kılıp neyi suskunlaştırdığıyla ilgilidir. Bu yüzden hatırlamak, politik bir karardır. Unutmak da öyle.
Türkiye’de resmi tarihin dili, hatırlamaktan çok, anlatmak üzerine kuruludur. Ama bu anlatı, kendisini tarihin hakikati olarak sunarken, hatıraların büyük kısmını suskunlukla mühürler. Dersim’i anlatır ama göçleri değil; 1915’i anlatmaz, yalnızca reddeder; 1980’i “normalleştirir”, Roboski’yi ise ya sessiz geçiştirir ya da kriminalize eder. İnkâr, burada sadece bir söylem değil — hafızaya yapılan politik müdahalenin kendisidir.
Michel Foucault, iktidarın bilgi üzerindeki işleyişini anlatırken “unutmanın bir iktidar tekniği” olduğunu........
© Serbestiyet
