menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Günlerin götürdüğü

4 25
11.08.2024

Geçen zaman, sürekli yeni ve heyecan verici şeyler getirmez önümüze, bazen de pek çok şeyi alır götürür. Sonra kimi durumda geri getirdiği olur, şansınız yaver giderse sizi ona götürdüğü de. Ama çoğu kez, kaybolup gitmeler içerir; Genellikle, beyazlayan saç telleri gibi durduk yerde değişir her şey, elinizden kayıp gider. Sanki görünmez bir el, sizden bir şeyleri alıp götürmektedir. Tutup sarıldıkça, götürdükleri de artar.

Suut Kemal, Günlerin Götürdüğü’nde (Varlık Yayınları) edebiyatımızda bir zamanlar büyük heyecanlarla karşılanmış ama sonra kendiliğinden sönüp gitmiş, zaman karşısında sessizliğe gömülmüş isimleri ve eserlerini kaleme alır. Hâlâ yaşıyormuşçasına, “canlı taklidi” yapılanları açığa çıkarır. Bunların bir kısmı, yaşadığı dönemde -ve epey zaman sonrasında bile!- “Şair-i Azam” sıfatıyla göklere çıkartılan Abdülhak Hamid gibi, sembolik şiirin kurucu babası sayılan Ahmet Haşim gibi, otoritesi sorgulanamaz, “büyük” şahsiyetlerdir. Sonra bunlara, Halid Ziya’yı, Tevfik Fikret’i, Mehmet Rauf’u eklemekten çekinmez. Bu isimlerin hepsi, bir şekilde hâlâ yaşasa -ya da türlü nedenlerle yaşatılsa da- günler, çok şeyleri alıp götürmüştür. Çünkü, hepsinin de kullandığı dil, halkın kullandığı, süzüle süzüle gereksizliklerinden arınarak gelen, yaşayan canlı dille ilişki içinde olamamış, kendini yenileyerek besleyememiştir: “Bir roman veya şiir her şeyden önce dili ile yaşar.” (s.29).

Bu eserlerde kullanılan dil, oldukça ağırdır, zorlama ve anlaşılmazlıklar içerir çünkü ancak böyle olursa, “yüksek sanat” yapılabileceği gibi bir yanlış inanç veya aşağılık kompleksi de denebilecek bir maraz, zaman içerisinde gelişmiştir. Tam da bu yüzden, eserlerin konuları ve yaratılan karakterler, pek dikkat çekici ama aynı zamanda cansız mankenler gibi gözükürler. Ruhsuz ve benzi soluk tipler, sıradan çoğunlukların asla tecrübe edemeyeceği hayatlar yaşamaktadır. Bu nedenle, eski romanlarımız aslında, salt birer izlenceden ibarettir. Örneğin, yıllar sonra dizisi yeniden çekilen Aşk-ı Memnu’nun, çok geniş kitleler tarafından izlenmiş olması, sanılanın aksine halkın kendinden çok şey bulmasıyla değil neredeyse hiçbir şey bulmamasıyla ilgilidir. Hoş bir eğlenceliktir, o kadar. İzlenilen zaman aralığında, tekdüze ve keyifsiz hayatlara sıra-dışı bir ilginçlik ve eğlence getirmiştir, hepsi o! Sonra, günlerin tozu, bu eserlerin üzerine bir perde gibi örtülmüştür. Herhangi bir eserin yaşaması için, her an atan bir kalbi olması gerekir. Bu yüzden sanatımız, çoğun bir ölü eserler mezarlığı gibidir.

Sadece mezarlık mı? Bugün peki? Bugün de aynı durum başka bir biçimde kendini göstermiyor mu? Sıradan insanların dünyasında neredeyse hiçbir karşılığı olmayan, değeri kendinden bir sürü kitabın çevrilerek büyük eser muamelesi yapılarak pazarlanmasıyla, Hamid’in bir zamanlar, “Şair-i Azam” denilerek göklere çıkartılması arasında neredeyse hiç fark yoktur. Ya da her yıl sahnelenen onca tiyatro oyunlarının tam olarak ne söylediğinin, neden ve kime söylediğinin bir türlü anlaşılamamasının, eski zamanlardaki uzadıkça uzayan terkipli dil kullanımından, “yakası açılmamış kelime bulma merakı”ndan (s.27) ne farkı vardır?........

© Serbestiyet


Get it on Google Play