menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Esas ve kalıcı olan hegemonik mücadeledir

9 11
25.04.2025

İkinci binyıla girişte Latin Amerika ülkelerinden başlayıp, Tunus ve Mısır’daki “Arap Baharı”na kadar uzanan, ardından Cezayir’de ve Lübnan’da, Honkong’da, İran’da ve daha pek çok ülkede peş peşe patlak veren halk isyanları, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra geçici olarak duralayan toplumsal kurtuluş mücadelelerinin geri dönüşüne işaretti. Bunlar emperyalist ideologlar tarafından “tarihin sonu” adıyla kapitalizmin nihai zaferi olarak ilan edilen sınıf kavgalarının ve devrimlerin ilelebet sona erdiğine dair manipülatif teorilerin bizzat sosyal pratik tarafından çürütülmesiydi.

Bu ülkelerde fırtına etkisi yaratan, artçı sarsıntıları haftalar, aylar boyu süren isyanların ortak özelliği, süreklilikleri, aşağıdanlıkları, kitlesellikleri, halkçı ve demokratik muhteva taşımalarıdır. Burada asıl üzerinde durulması gereken, bunların neden kalıcı sonuçlar yaratamadıkları, 20.yüzyıl devrimlerini kaldıkları yerden devralarak siyasal iktidarın fethi ve sosyalizm yönelimli anti-kapitalist dönüşümlerle sonuçlanmadıklarıdır. Nasıl oluyordu da gittikçe daha eşitsiz, daha adaletsiz, daha acımasız, daha yaşanamaz hale gelen bir dünya düzeninde bu gerçekleşemeyebiliyordu?

Herhalde ilk akla gelecek olan Berlin Duvarı’nın yıkılışından itibaren dünya devrim cephesinde meydana gelen ağır yenilginin yarattığı krizin, devrimci perspektifte ve pratikte yarattığı tahribatın henüz aşılamaması ve yanı sıra, dünya karşıdevrim cephesinin hem baskı aygıtları hem ideolojik, siyasi, psikolojik manipülasyon araçları hem de deneyimi bakımından daha donanımlı, dolayısıyla saldırı ve savunma mekanizmalarının eskisinden güçlü olmasıdır.

Bu durumdan nasıl çıkılacağının cevabı, 20.yüzyıl devrimlerinin tarih yazımında cisimleşen hafızasında kayıtlıdır:

***

Sadece dünyada meydana gelen halk isyanlarının değil, Gezi’nin ve henüz o kıvama ulaşamamış 19 Mart patlamasının en göze çarpan eksikliği budur. Büyük halk hareketlerini derinleştirip dönüştürerek faşizmi alt edecek sosyalizm yönelimli bir rotaya çevirmek başka türlü olamaz.

Hegemonya kavramı, bugünkü karmaşık durumda yönümüzü bulmamıza yardımcı olabilir. Temelleri Marx ve Lenin tarafından atılan bu kavram, en genel anlamda proletaryanın siyasi iktidar mücadelesinde ezilenleri ve sömürülenleri kendi önderliği altında birleştirerek egemen sınıfa karşı sevk ve idare etmesini ifade eder. Sınıfın “kendinde” bir sınıf olmaktan çıkıp, “kendisi için” bir sınıfa, dolayısıyla devrimci bir sınıfa dönüşmesi ancak bu yoldan, ideolojik ve siyasi önderlikle mümkündür. Lenin, “hegemonya fikri… Marksizmin temel ilkeleri”nden biridir derken anlatmak istediği budur. Proleter sınıf, hegemonyasını gerçekleştirmeden ne kapitalizmi yıkabilir ne de sosyalizmi kurabilir. Ancak dar sınıf egoizmini aşarak sömürülenlerin ve ezilenlerin ortak çıkarlarını savunmaya başlar ve bunun gereklerini yerine getirirse sosyalist devrim yapabilir.

Gramsci daha ileri gider. Egemen sınıfın topluma kendi dünya görüşünü, ideallerini, değerlerini doğal, kendiliğinden var olan şeylermiş gibi algılatmasını ifade edecek kültürel hegemonyayı, yani zoru rızayla örten bir mekanizmaya doğru genişleterek, özgül bir bileşim şeklinde bütünselleştirir. Hegemonyayı alt sınıf proletaryayla sınırlamaz, egemen sınıf burjuvaziye de uygular. Yani hem kapitalist sistemde temel üretim araçlarını elinde tutan hükümran sınıfın kendi dünya görüşünü (değerlerini, adalet, doğruluk vb. fikirlerini) tüm topluma dayatıp benimsetmesi hem de halk kitlelerinin başını çekebilecek yıkıcı ve yapıcı özelliklere sahip proletaryanın kurabileceği karşı hegemonya[1] anlamında.

**

Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının tetiklemesiyle sele dönüşen kendiliğinden kabarışa ne işçi sınıfının ne de cılız ve bölük pörçük durumdaki sosyalist solun damgasını vurduğunu söyleyebiliyoruz. Gezi’deki gibi hazırlıksız yakalanılan 19 Mart yargı darbesi süreci, sosyalistlerin baş çekecek durumdan uzak olup, arka sıralarda figüran rolü oynamaya razı olduklarının tam boy fotoğrafını vermiştir. O halde bu böyle diye, baş çekmeyi uzak geleceğin meselesi görüp bunu dert edinmeyecek miyiz ya da kendimizi CHP organizasyonlarını desteklemek ve kitlelerin protestolarına katılmakla mı yetineceğiz? Böyle düşünüp gidişata ayak uydurmakla yetinmeyip, “Cumhuriyet devrimi”nin kalesi gözüyle baktıkları CHP’nin hegemonyasına hayranlık besleyenler az değil.

Oysaki bu muazzam öfkenin içinde edilgen bir katılımcı olmakla yetinmenin ve bununla tatmin olmanın adı kuyrukçuluktur. Doğru tutum bir yandan uzlaşıcılıkla mücadele edip kitle hareketini olabildiğince ileriye itmeye ve ona derinlik kazandırmaya çalışırken, öte yandan eldeki güçleri ve ulaşılabilecek kesimleri mücadelenin akışı içerisinde hegemonya perspektifiyle eğitmektir. Öncülük ve hegemonya, donmuş, birkaç hamlede veya devrim günlerinde elde edilecek bir şey değil, aksine, inişli çıkışlı, dolambaçlı ve uzun vadeli bir süreçtir. Kadrolar kadar kitleleri de kendi deneyimleri temelinde eğitmek, dalgalı sularda yüzmeyi öğrenmekle mümkündür. Teoriden öğrenilenleri ve söylemsel düzeyde kalanları adım adım hayata geçirmenin şimdi tam zamanıdır.

***

Günümüzde sadece emperyalist dünya sistemi değil, Türkiye’deki rejim de gittikçe derinleşip çeşitlenen bir hegemonya krizi yaşıyor. Ekonomik kriz, Saray’ın yönetememe krizini derinleştirmiştir. AKP, 2013 yılındaki Gezi’den itibaren mağdur rolü oynayarak seçim galibiyetleri elde edemez duruma gelince, siyaset alanını sopa, hile ve yargı eliyle dizayn ederek sonuç almaya yöneldi. Şimdilerdeyse çoktan rıza üretme yeteneğini kaybetmiş, baskı ve terörü arttırmaktan başka seçeneği kalmamış durumdadır. Umudu her şeyi seçim sandığından kendisi çıkacak şekilde ayarlamaya kalmıştır.

Cumhur İttifakı ile CHP başta olmak üzere muhalefet partileri arasındaki hegemonya rekabetinin kızışması bu çerçevede gelişiyor. Ana muhalefet partisi Saray’ı bir erken seçime zorlamaya yöneldiğinde,........

© sendika.org