“Tarihin tüylerini tersine fırçalamak”
Türkiye solu 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de ağır hasarlı iki yenilgi yaşadı. Bunları 10 yıl sonra Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Doğu Bloku’nun çöküşü izledi. Devrimci hareket ondan bu yana üst üste katmerlenmiş bu mağlubiyetlerin açtığı yaraları kapatabilmiş, yenilgilerinden çıkardığı derslerle geçmişini ve geleceğini aydınlatabilmiş değil. Travmatik ve şizofrenik etkileri hâlâ devam eden 12 Eylül yenilgisinden sorumlu öznelerin hiçbiri yaşanan bozgunun derli toplu bir muhasebesini ve özeleştirisini yapmadı. Birinci derecede sorumluları arasında yer alanlar bu dönemi, ya yenilgi bahsine girmeden sanki kendi dışlarında cereyan etmiş gibi tarafsız, dışarıdan bakan bir gözlemciymişçesine anlattılar, ya da “tek doğru çizgi bizdik”, “tek biz ayakta kaldık ve mücadele ettik” (TİKP, TKP, Dev-Yol, Kurtuluş, TDKP vs.) deyip geçiştirdiler. Yenilgi gibi bir meselesi olmayıp bundan hiç bahsetmeyenleri bir yana bırakıyoruz.
Sosyalist solun aradan 45 yıl geçmesine rağmen kendi geçmişini değerlendirmediğinin, kendisiyle hesaplaşmadığının en somut, aksi iddia edilemez kanıtı bugün içinde bulunduğu durumdur. Son zamanlarda yazılmış örgüt tarihlerine, anılara, söyleşilere, biyografilere inanacak olursak, hatalar, ihanetler, teslimiyetçilik, döneklik, reformizme kayış istisna; öngörülülük, direnişçilik, fedakârlık, baş eğmezlik, kahramanlık esastır. Oysa, 12 Eylül gerçekliğinde her ikisi de vardır, fakat ağır basan teslim olmak, kaçmak, kötü yenilmektir.
Darbe dönemlerinden, askeri faşist diktatörlük yıllarından sonra dünyadaki pek çok komünist, devrimci parti geçmiş muhasebesi yapmışken, bizde bu neden anlaşılması zor bir kayıtsızlık ve vurdumduymazlıkla üç maymun oynanarak geçiştiriliyor? Gerçi “kötü yenildik” diyenler zaman geçtikçe artıyor, ancak kolektif hata ve sorumluluklar kadar, kendi grubunun bundaki rolünü, kendi payının ne olduğunu ortaya koymadıktan sonra bunun kime ne faydası olur ki? Yüzeysel özeleştiriler ve muğlak değinmelerle yetinildiği, yaşanmışlıklar sonradan icat edilmiş efsanelerin gölgesinde kaldığı sürece, problem çözülmüş olmuyor.
Tarihi yapanların değil kazananların yazdığı doğrudur. Ama kendi sınıf çıkarları, devletin ölümsüzlüğü esas alınarak. Ezilenlerin yenilgisi, “hainlere ve dış güçlerin maşaları”na karşı kazanılmış zafer olarak kaydedilir. Galip kendisini meşru, ezilenleri ve temsilcilerini gayrimeşru gösterir. Resmi tarihin özü budur.
Bununla birlikte biz kendi tarihimizi ayrıntılarıyla tatminkâr bir şekilde yazmazsak, meydan devletin sahiplerine kalır ki, o zaman onlar da kendi menfaatlerine uygun olarak bilinmesini istedikleri kadarını yazar, istemediklerini ya hiç yazmazlar ya da çarpıtarak yazarlar. Üniversitelerde ve okullarda yazıp okuttukları tarih, meşruiyetlerini topluma dayatma ve toplumu istedikleri kalıba dökmeye hizmet eder. Ülkeyi yönetenler 12 Eylül 1980’de Türkiye solu ve toplumsal muhalefet karşısındaki........
© sendika.org
