Çevreciliğin kızıl kökenleri: Stalin dönemi çevrecilik ve Sovyet doğa savunusu
Burjuva tarihçileri ve liberal çevre aktivistleri tarafından yazılmış kitaplarla ve Netflix belgeselleriyle büyümüş insanlara Sovyetler Birliği’nin doğaya nasıl yaklaştığını soralım; alacağımız cevap hep aynı olacaktır: Sovyetler, fabrika bacalarının tütüp durduğu, nehirlerin zehirlendiği, çevre yıkımının kol gezdiği, sanki Dickens’ın Zor Zamanlar’ındaki kurgusal Coketown’dan fırlamış gıpgri gökyüzüne sahip bir harabeden başka bir şey değildi. Burada ima edilen şey oldukça açıktır: Sosyalizm, özellikle de Stalin dönemi sosyalizmi, doğası gereği çevreyi umursamamıştır, hatta çevre düşmanıdır.
Ama bu bir efsanedir, hem de tamamen ideolojik bir efsane. Kazara değil, bilinçli olarak inşa edilmiş bir yalandır. Bu yalanın tek bir işlevi vardır: Kapitalizm kaynaklı çevre yıkımını kaçınılmaz bir trajedi gibi göstermek ve bir zamanlar planlı, işçi sınıfı önderliğindeki bir toplumun doğayla başka türlü bir ilişki kurmaya çalıştığına dair hafızayı yok etmek.
Stephen Brain’in Song of the Forest: Russian Forestry and Stalinist Environmentalism 1905–1953 adlı eseri,[1] bu efsaneyi (analojimi mazur görmenizi umuyorum) çürümüş bir ağaç kabuğunu yarıp geçen bir balta gibi kesip atmıştır. Sovyet arşivleri ve çevre politikası belgelerinden yola çıkan Brain, uzun süredir Soğuk Savaş propagandasıyla gömülmüş bir gerçeği gün yüzüne çıkarmıştır: Sovyetler Birliği, özellikle Stalin döneminde, diyalektik materyalizme, merkezi planlamaya ve ormanı “hammadde” değil, korunması gereken canlı bir sistem olarak gören bir anlayışa dayanan benzersiz bir sosyalist çevrecilik modeli geliştirmiş ve hayata geçirmişti.
Bu, bir yan proje falan değildi. Bu bir devlet politikasıydı. Bu, pratiğe dökülmüş sosyalizmdi. Ve tarihte insan kaynaklı iklim değişikliğini tersine çevirmeyi amaçlayan ilk girişimdi. Toplumla doğa arasında rasyonel, bilimsel temelli bir ilişki kurmayı hedefleyen bilinçli bir çabaydı. Kapitalizmin kaotik ve kısa vadeli çıkarcılığıyla keskin bir tezat oluşturan bir vizyondu.
Sovyet deneyimini özgün kılan şey sadece ormanları koruma altına olmuş olması değildi. Bugün birçok kapitalist ülkede de milli parklar var ve en azından sözde devletlerin koruması altındalar. Sovyet orman politikasını devrimci yapan şey ise, neden ve nasıl yapıldığıydı: Kâr için değil, burjuva estetiği için değil, halkın uzun vadeli refahı için ekolojik sistemleri korumayı hedefleyen planlı bir stratejinin parçası olarak. Bu çevrecilik ne suçluluk duygusundan ne de piyasa teşviklerinden doğmuştu —onu doğuran şey sosyalizmin mantığıydı.
Bugün, içinde yaşadığımız yüzyılda küresel ısınmanın yıkıcı gerçekliğiyle yüzleşirken, bu unutulmuş tarih sadece burjuva iftiralarına bir yanıt sunmakla kalmıyor; aynı zamanda umut da veriyor ve özellikle şunu gösteriyor: Bilimle donanmış ve kolektif çıkarlara göre yönlenen bir işçi sınıfı hükümeti, ekolojik bir uygarlık inşa edebilir. Ama bu, yalnızca kapitalist mantıkla tümüyle hesaplaşırsa mümkün olacaktır.
Kapitalizmde doğa, hammaddeden başka bir şey değildir. Ağaç, kerestedir. Nehir, hidroelektrik potansiyelidir. Dağ, oyulmayı bekleyen, geleceğin maden sahasıdır. Kapitalist mantık basit ve acımasızdır: kısa vadeli kârı en üst düzeye çıkar, uzun vadeli bedelleri dışsallaştır ve sonuçları -küresel ısınma, kitlesel yok oluş, zehirlenmiş toplumlar- bir başkasının sırtına yükle (“Après moi, le déluge”). Piyasa sürdürülebilirlik için plan yapmaz. Bir ormanın kendini yenileyip yenilemeyeceği ya da bir türün hayatta kalıp kalamayacağı onu hiç ilgilendirmez. Tek önemsediği, satacağı şeyin bir alıcısı olup olmadığıdır.
Sosyalist ekoloji ise bambaşka bir varsayımdan yola çıkar. İnsanın doğanın efendisi değil, onun bir parçası olduğunu bilir. Ekonomiyle ekolojiyi, üretimle korunumu birbirinden ayırmayı reddeder.
Sovyetler Birliği’nde —özellikle Stalin döneminde— yeni bir çevresel koruma modeli gelişmişti. Bu model ne suçluluk duygusuna dayanıyordu ne de kapitalist “yeşil göz boyama”ya (greenwashing). Dayanağı, diyalektik materyalizmdi. İnsanların ekolojik sistemlerden ayrı değil, onların bir parçası olduğu kabul ediliyordu. Merkezi planlama yoluyla SSCB, ormanları koruma, biyolojik çeşitliliği muhafaza etme ve uzun vadeli ekolojik düşünmeyi kurumsallaştırma kapasitesi geliştirmişti —bugünkü “en ileri” kapitalist sistemlerin bile sahip olamadığı türden bir kapasite.
1930’ların başlarından itibaren SSCB, bilimsel ormancılığı ulusal planlamaya entegre etmeye başlamıştı. G.F. Morozov’un çalışmalarından esinlenen (1867-1920) V.N. Sukaçev (1880-1967) gibi pek çok Sovyet bilimci, ormanları birer iklim düzenleyicisi ve canlı sistemler olarak ele aldılar. Ekosistemleri, Batı’nın “ekosistem” kavramına alternatif olarak geliştirdikleri diyalektik ve materyalist bir anlayışla —biyogeosenoz kavramıyla— açıkladılar.[2]
Stalin dönemi bu açıdan bir dönüm noktasıydı. 1936’da, “su koruyucu” olarak adlandırılan topraklara bakmak için, Orman Koruma ve Ağaçlandırma Ana Müdürlüğü (Glavlesohrana veya kısaca GLO) kuruldu.[3] GLO’nun sadece dört görevi vardı:
1948’e gelindiğinde ise, Sovyetler Birliği, insan kaynaklı iklim değişikliğini tersine çevirmek için dünyanın ilk açık girişimi olan Doğanın Dönüştürülmesi İçin Büyük Stalin Planını başlattı.[5] Bu plan, ormansızlaşmanın yol açtığı bölgesel iklim değişikliğini tersine çevirmeyi amaçlıyordu. Altı milyon hektarlık yeni orman kuşağının dikilmesini, rüzgâr kıranların oluşturulmasını ve büyük ölçekli su havzası koruma projelerini içeriyordu. Etkisi bakımından bu, iklim bozulmasına karşı tarihteki ilk bilimsel olarak koordine edilmiş müdahaleydi.
Bu bir ütopya değildi. Stalin döneminde Sovyet orman koruma politikası, “dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş düzeyde koruma uygulamaları” sağlamıştır.[6] Bu orman rezervleri, zamanla Fransa büyüklüğünde bir alanı, ardından Meksika kadar geniş bir alanı kaplayacak şekilde genişletilmiştir.
Stalin dönemi liderliği, ormanların karmaşık, dinamik sistemler olduğunu ve Sovyet tarımının, su kaynaklarının ve halk sağlığının uzun vadeli varlığı için korunması gerektiğini biliyordu. Ormanlar, sosyalizme rağmen değil, sosyalizmin ta kendisi sayesinde korunabildi. Çünkü yalnızca özel kâr kaosundan kurtulmuş planlı bir ekonomi, uzun vadeli düşünmeyi göze alabilir.
Buna karşılık, aynı dönemde kapitalist ülkeler yaygın ormansızlaşma, toprak yorgunluğu ve biyolojik çeşitliliğin azalmasıyla meşguldü. Ne düzenleme vardı, ne öngörü, önemli olan yalnızca kâr oranlarıydı. Bugünün büyük ekolojik krizleri -iklim değişikliği, yaşam alanlarının yok edilmesi, toksik kirlilik- genel olarak “insan” faaliyetlerinin, bireysel tüketim ve ulaşım tercihlerinin değil, özellikle kapitalist faaliyetlerin ürünüdür. Üretim anarşisi, doğanın metalaştırılması ve özel mülkiyetin rekabetçi mantığı, çevresel yıkımın temelidir.
Marksistler, çevresel yıkımın soyut bir “insanlık”tan kaynaklandığı yönündeki liberal masalları reddederler. Bu yıkım, kapitalizm altındaki özgül üretim ilişkilerinin —yabancılaşmış emek, özel mülkiyet ve kullanım için değil........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Daoud Kuttab
Jason Hickel
Yossi Klein Halevi
Mikhail Salita
Sabine Sterk
Belen Fernandez
Rachel Marsden