Umudu kesme yurdundan
Nasıl başlarsa fırtına öyle diner birdenbire
Bir ışık parlar yeniden karanlıklar arasından
Umudu kesme yurdundan
Şah damarı vurulsa da dört bir yandan sarılsa da
Işık yener karanlığı, bak çocukların gözlerine
Umudu kesme yurdundan
Karakışın buzu bile sürmedi sonsuza kadar
Bahara döndü sonunda, filiz sürdü kar altından
Umudu kesme yurdundan
Zülfü Livaneli’nin yukarıdaki dizelerine eklenecek söz var mı? Yok!
Bir nehir akıp geçti yıllarca önümüzden, üstü çer çöp kir pasla kaplı, kasvetli, boğucu… “Bu nehir çürüdü, hatta öldü!” dediler bize. Gösterilen ve “görünen” bu idi, inanmamız istendi. Umudunu, geleceğini nehrin bereketi üzerine inşa edenlerin saflarına bile sızdı bu uğursuz kehanet. “Bir dip akıntısı var, nehir ölmez!” diyenlerin sesi duyulmaz oldu. Ve işte o dip akıntısı faşizmin zehirli havasını tertemiz bahar rüzgarlarıyla savurup atarak çıkageldi! Hep oradaydı aslında, “burdayım!” demek için zamanı, zemini kolluyordu belli ki. Gezi’de, 1 Mayıslarda, 5 Haziran 2015 seçimlerinde, Berkin’in uğurlanmasında, Kürtlerin serhildanlarında, bir ölçüde Adalet Yürüyüşünün uyandırdığı beklentilerde, deprem dayanışmasında, 31 Mart yerel seçimlerinde… Yenilgiden ötesini göremeyen gözler, son on yıl içinde imkân bulduğu her fırsatta “burdayım!” diyen direniş damarına inançlarını yitirdiler neredeyse. Artık önemi kalmadı kimin görüp göremediğinin; 19 Mart Erdoğan Darbesi’ne karşı patlak veren isyan bu tartışmaları sonlandırdı.
Pek çok kez yazdığımı tekrarlamak durumundayım: Gezi’den bu yana Türkiye’de bir tek seçim ve bir tek eylem yapılmaktadır: Erdoğan rejimi (“bilimsel analizi” şimdilik şurada dursun) sürecek mi düşecek mi? Envai çeşit biçim, gündem, mesele içinde, farklı konjonktür ve bağlamlarda Türkiye toplumu bu sorunun yanıtını arıyor; bu temel meseleye göre saflaşıyor, dövüşüyor, meydanları doldurup boşaltıyor, oy veriyor ya da sokaklarda adımlarıyla “oy veriyor”. Temel mesele budur ve bu mesele bir sonuca bağlanana kadar aynı problematiğin farklı görünüm, versiyon, veçhelerine ve ürettiği çatışmalara tanık oluyoruz, olacağız. “Mesele Erdoğan değil, düzen” haklı uyarısını yapanlara hatırlatmak durumundayız ki; Hitler, Mussolini, Franko, Batista, Rıza Pehlevi, Salazar adları halk bilincinde bahse konu rejimlerin bütün kötülük ve çürümüşlüklerinin sembolü/nişanesi olmakla kalmadı; halkın diktatörlüğe karşı özlemlerinin, sosyalistlerin, demokratların anti-faşist programlarının da zımni ifadesi/parolası oldu “kahrolsun X” sloganı; Türkiye’de de durum farklı değil.
Erdoğan bütün iktidarı boyunca, en kudretli olduğu dönemlerde bile toplumun en az P’sinin onayını alamadı, rıza üretemedi ve uzunca bir dönemdir de nefret objesi haline geldi: Böylesi bir toplumda Erdoğan’ın hayal ettiği rejim kurulamaz! Kurulduğu sanılır, mesafe alır, kanlı bir zorbalıkla kısa süreli borusunu öttürebilir ve fakat tam da işaret ettiğimiz nedenle o boru eninde sonunda kırılır!
Erdoğan, -herhalde tarihçi danışmanları kulağına fısıldadığından olsa gerek- “200 yıllık tarihsel bölünmeden” söz eden bazı açıklamalarından anlaşılabileceği üzre, yukarıda işaret edilen gerçekliğin farkındadır. Formel olarak toplumun `’ı sağ partilere oy verebilir (CHP ne kadar sol, şimdilik bir yana koyalım) fakat sanılanın aksine aynı toplumun en az p’i (daha fazlası değilse eğer) Erdoğan’ın kafasındaki hayat tasavvuru, “kültür”, ideoloji vs. ile alerjik bir uyuşmazlık halindedir ve bu son 20 yılın değil 200 yılın birike gelen sonucu, olgusudur. Buna ideo-kültürel uyuşmazlık, imkânsızlık diyelim. Meselenin ekonomik ve politik boyutlarına gelince, kısaca denebilir ki; halkı açlığa, sefalete mahkûm eden, memleketin doğasını yağmalayan bir sömürü ve zulüm düzeni bırakalım muhaliflerini, AKP tabanında da derin göçüklere yol açtı, açıyor: AKP’nin oyu 2023 Mayıs’ına kadar seçim kazanmasına yetse de son on yıl boyunca istikrarlı bir eğride hep düştü. Ve örneğin bu hafta seçim sandığı kurulsa yerle bir olur adına AKP denilen Erdoğan aparatı!
Erdoğan’ın -yaklaşık bir yıldır ince ince hazırlandığı anlaşılan- son İmamoğlu hamlesi tam da bu farkındalığın ürünüdür. Gelin görün ki aynı farkındalık -tersten!- halkta da mevcutmuş! Erdoğan neredeyse göz çıkarırcasına 19 Mart Darbesine hazırlanırken, muhalif halk kitlelerinin öfke ve isyanı yüzeydeki kirin pasın altında bir dip akıntısı olarak mayalanmaktaymış. Halk derin bir sezgiyle bunun belki de “son muharebe” olduğunu anladı. Her tarafından dökülse de verili müesses nizamı katlanılır kılan son dayanaklar da çöktü Erdoğan’ın İmamoğlu hamlesiyle: Okul bitirmeniz, rezil mülakatları aşıp bir iş bulmanız bile yetmeyebilir, zorbanın talimatıyla çadır mahkemelerinde alınan bir kararla diplomanız iptal edilebilir. Misal, İmamoğlu’yla beraber diploması iptal edilen GÜ.’den Profesör Naciye Aylin Ataay bir anda Lise mezunu haline geldi! Dahası, İmamoğlu örneğinde görüldüğü üzere malınıza mülkünüze de çökülebilir. Seçim kazanmanız yetmez yerinize kayyum atanabilir: Kürdistan’ın “özel hukuku” artık Şişli’de, Esenyut’ta da geçerlidir, İstanbul, Ankara da topun ağzındadır. Can ve mal güvenliğiniz, seçme ve seçilme hakkınız alenen ve herkesin anlayabileceği açıklıkla ilga edilmiştir 19 Mart darbesiyle! Ölüm, Erdoğan’ın deyişiyle “madenciliğin fıtratındandı”; artık Kartalkaya’daki lüks otelde (açgözlü kar hırsı için alınmayan önlemler sebebiyle) yanıp kül olmak da “Erdoğan Türkiye’sinde yaşamanın fıtratından” sayılır hale geldi. TÜSİAD, ünlü sanatçılar, yazarlar mahkeme kapılarında sürünür hale geldi. Ve hayatın ironisine bakın ki herkesi sindirerek muhkem (daha da muhkem!) bir rejim inşa etmek için yapılan tüm bu zorbalık ve rezillikler toplumsal boyun eğişi değil, isyanı mayaladı! Diktatör kazdığı kuytuya düştü, kendi ayağına........
© sendika.org
