Sosyalizm kazanacak
Komün dediğin çoğun tekleşmesi değil
Tekin çoklaşmasıdır.
Bu sosyalizmin kök hücresidir.
Diller dillere eller ellere
Birbirini çoğaltmak için değmelidir.
Bugün belki kapitalizmin sokağında
Çiçeklenmeye sırtı dönük yaşıyor insanlık.
Yine de ve ısrarla
Birbirinin tomurcuklarını öperek
Yanındakine açma önceliği tanımalı yoldaşlık.
İlerde belki cinnet ile anılacak bu yüzyılda
Ancak böyle test edilir sorumluluk…
27 Şubat’ta Öcalan’ın çağrı metninde adeta geçmişin tüm günahları reel sosyalizme, 20. yüzyıl pratiğine yüklenince, çeşitli kesimlerce kabul gören bu toptancı yaklaşım karşısında, 20. yüzyılın sosyalistler için ne ifade ettiğini ve reel sosyalizmden ne anlaşılması gerektiğini, Marksistlerle Marksizm’den uzaklaşanlar arasında bu konuda var olan farkın boyutunu anlatmak/göstermek ihtiyaç haline geldi.
19. yüzyıl nasıl ki Marksizm adına muazzam bir birikime, ilk sayılabilecek 1848, 1871 gibi önemli pratiklere sahne olmuş ve bugün hâlâ yol gösterici işlevini sürdürüyorsa 20. yüzyıl da Lenin’den Stalin’e, Mao’dan Castro’ya ve Ho Chi Minh’e kadar pek çok devrimci öznenin Marks ve Engels’ten öğrendiklerini yeniden üreterek hayata geçirdikleri, kavradıkça yaptıkları, yaptıkça öğrenip derinleştikleri bir dönem olarak tarihe, benzeri ve dengi olmayan bir yüzyıl olarak geçmiştir.
Eğer eksiklik, yenilgi vb. aranıyorsa bunu ezilenlerin devrimci pratiğinin tüm tarihsel dönemlerinde gözlemek mümkün. 1848’in Şubat’ında Marks’ın “Yaşasın Şubat” dediği ama aynı yılın haziranında yaşanan yenilgiyi “Kahrolsun Haziran”la ifade ettiği, Paris Komünü’nün yenilgiyle ve vahşi bir katliamla sonuçlanan 72 günlük pratiğinin hala öğrettiği, tarihsel önemini koruduğu düşünülürse; 20. yüzyılın “yanlışlar toplamı bir tarihsel kesit”miş gibi anılması ve emperyalist kapitalizme dair olumsuz/kara liste yapılırken bu kapsama reel sosyalizmin de sokulması, sadece niyet sorgulaması yaparak veya cehalet atfedilerek geçilemeyecek kadar vahim, tüm ezilenleri, tüm halk kesimlerini ilgilendiren bir durumdur.
Bu yanılgı elbette yeni değildir; Marksizm’e sırt çevirmeyle de postmodern savrulmayla da ilişkilendirilebilir. Ancak şimdilik konu bağlamını “reel sosyalizm” olarak adlandırılan tarihsel sürece dair yanılgılarla sınırlı tutmaya çalışacağız.
Evet 20. yüzyılda, “Dünya Savaşı” olarak anılan, iki emperyalist paylaşım savaşı, işgaller, darbeler, katliamlar, soykırımlar yaşanmış; kötülükler CIA, NATO, IMF vb. biçimlerde kurumsallaşmış; atom bombası, kimyasal silah kullanmak, işkencehaneler kurmak dahil insanlığa karşı akıl ve teknoloji sınırlarını zorlayacak türden suçlar işlenmiştir. Ancak bunların bütünü emperyalizmin ürünüdür. 1917 Ekim Devrimi ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı karşısında sosyalizmin rolü, söz konusu haksız savaşa haklı zeminden dahil olarak sonlandırmaktır.
20. yüzyıl devrimler pratiği, “reel sosyalizm, bürokratik sosyalizm, proletarya diktatörlükleri, halk demokrasileri” her nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, emperyalizmle karşıt bir zeminin ve tarihin safıdır. Söz konusu pratikleri sanki emperyalizmle aynı saftaymış, benzer pratiklermiş gibi tanımlamak, temel önemde bir yanılgıdır; bu türden saf tanımı yapmanın da buna göre saf tutmanın da sorgulanması gerekir.
Evet 20. yüzyılda da özgürlükler konusunda yasaklar vardı. Ancak 1990 sonrasıyla ve özellikle bugünle kıyaslandığında, “sosyalist blok”un dağılması ve “sosyalizm tehdidinin” (halklar için kapitalizm karşısında bir alternatif olarak) ortadan kalkması oranında sosyal devlet uygulamasından nisbi demokratik unsurlara kadar pek çok alanda gerileme ve daralma yaşandığını, sermayenin tam ve kesin hakimiyeti paralelinde faşizmin derinleştiğini söyleyebiliriz.
1990’la beraber Türkiyeli devrimciler için 12 Eylül’ün yenilgisi daha da ağır hale gelmiş, ülke içi kayıplara, dünya ölçeğindeki kayıplar da eklenmiştir. 1990’lı yıllar aynı zamanda solda tasfiyeciliğin yaygınlaştığı bir dönemdir.
1980’de Reagan ve Thatcher’in öncülüğünde geliştirilen neoliberalizm için 1990’dan sonra daha hızlı yaygınlaşma koşulu oluşmuş, yalnızca eski Sovyet cumhuriyetlerinin değil, sisteme istenilen boyutta entegre edilememiş ülkelerin de yağmaya ve sömürüye açıldığı bir sürece girilmiştir. Neoliberalizm kapsam büyüttükçe, tüm kamu mallarının ve doğal kaynakların özelleştirilmesi gündeme gelmiş, dünya ölçeğinde “reel sosyalizmin” dengeleyici ağırlığı ortadan kalktığı ölçüde doğanın ve insanın talanı tarihte görülmemiş boyutlara ulaşmıştır.
Kısaca yaptığımız bu genel özet bile 20. yüzyıl sosyalizm pratiklerini neden hafife almamak gerektiği ve sanki kapitalizm gibi insanlığa, demokratik süreçlere zarar verdiği yönündeki açıklamaların ne denli sorunlu olduğunu gösteriyor. Kaldı ki bu sorunlu duruş, ikincil önemde meselelerde değil, temel eksenlerde kendini gösteriyor. Bu bağlamda sosyalizm-kapitalizm denkliğinin kurulmasının bir dil sürçmesi değil........
© sendika.org
