menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Başka bir yol yok mu?

19 1
10.08.2025

Türkiye yakın tarihin herhalde en hareketli günlerini yaşıyor. Bir yanda her sabah yeni bir İBB operasyonuna filan uyanıyoruz, diğer yanda dağların başında silahlar yakılıyor, Meclis’te Komisyon kuruluyor. Bir yanda düzen muhalefetinin son yıllardaki en agresif versiyonu iki günde bir mitinglerle kendi cephesini konsolide ediyor, diğer yanda içindekilerin de dışındakilerin de farklı saiklerle ama endişeyle yürüttüğü ya da izlediği bir ‘süreç’ var. Bir tarafta Kürtlerle dip dibe yaşayan bir sol cenah var, diğer yanda Kürt düşmanlığıyla gözünü karartıp ‘hudut bekçiliğine’ soyunan ‘Cumhuriyet’ sevdalıları var. Ortalık (ve kafalar!) hiç bu kadar karışmamıştı herhalde.

Ama bir şey var. İlk cümlede sözünü ettiğim ‘en hareketli günler’ Kürtler ve ‘sosyal demokrasi’ cephesinde tezahür ediyor; Türkiye devrimci hareketi açısından bir ‘en’ durumu söz konusu değil. 90’ların başından sonuna kadar, hatta 2000’lerin ilk on yılında hiç küçümsemeyecek bir performans ortaya koymuş olan devrimci hareket* bütün bu hengâmenin ortasında son derece mecalsiz ve adeta şaşkın görünüyor. Kimseyi incitmek istemem, herkese hürmetim sonsuz, büyük laflar da etmeyi sevmem ama objektif durum böyle. Bir İngiliz tarihçi, yalan olmasın şimdi, sanırım Stanford Shaw idi, Osmanlı’nın son dönemini değerlendirirken, (mealen aktarıyorum) “Bu Türkler” diyor, “bir kayanın yarısına kadar tırmanmış bir dağcıyı hatırlatıyor. Yukarıya tırmanacak güçleri yok ama aşağıya da inemiyorlar ve kalan bütün güçlerini oldukları yerde tutunmaya harcıyorlar.” Biraz ağır oldu biliyorum, özür dilerim ama teşbihte hata olmaz deyimine sığınarak Türkiye’nin devrimci güçlerinin de böyle bir ‘mecal’ sorunu yaşadığını ve radikal bir silkinme yaşamadıkça mevcut potansiyelini de koruyamadığını düşünüyorum. Küçük ışıklar, çoban ateşleri tabii ki var ama zayıf ve kentlerin çitlerle çevrilmiş eylem alanlarına sıkışmış durumda gibi. Ne Antep’in sık sık parlayan direnişlerini, ne kendi küçük etkisi hallice sendikaları, ne de iyi kötü inisiyatifler yaratmaya çalışan platformları, örgütleri yok sayıyorum ama yine de bir ‘mecal’ sorunu var.

Daha fazla karın ağrısı çekmeye gerek yok. Kitabın ortası neresiyse işte oradan konuşup bu yazının sonundaki soruyu en baştan sorayım: Bu bir kader mi? Başka bir yol yok mu? Daha açık olsun, Türkiyeli herhangi bir devrimci ya da devrimci örgüt, her sabah kalktığında Özgür Özel’in akşam ne dediğini ya da Kürt hareketinin nasıl bir yeni adım attığını merak etmeden, kendi bağımsız yolunda yürüyemez mi? Altını kalın kalın çizerek söyleyeyim, bu sözler, kendini soyutlamak anlamına gelmiyor. Ne 19 Mart’la başlayan süreç, ne de Kürtlerin yürüdükleri yol bu topraklarda yaşayan insanların yok sayabileceği şeylerdir. Ama mesele bir devrimci hareketin kendini tarif etmesiyse eğer, her iki durum da temel kriter değildir. Dayanışma, omuz omuzalık bir şeydir, kendini, kendi dışındaki durumlarla tanımlamak, ister eleştiri, ister övgü, isterse de pasif izleyicilik yoluyla olsun bu politik çemberin dışına çıkmamak, bütün varlık ve zamanını bu çerçeveye hasretmek başka şeydir. Programdan, stratejiden, yol haritasından, adına ne diyorsanız ondan söz ediyorum. Devrimci hareketler, insan hakları örgütü ya da dayanışma ağı değildir; tek vazifeleri toplumdaki gelişmeleri yorumlayıp kimilerini desteklemek, kimilerine de karşı çıkmak değildir. Devrimci hareketler, belli bir stratejik hat üzerinden yürüyen, önüne uzun ya da kısa vadeli hedefler/merhaleler koyan, çevrelerindeki, önlerine çıkan bütün diğer olguları ve görevleri bu hat üzerinden tanımlayan yapılardır.

Muhtemelen okuyucu şu anda, “Çok biliyosan bu kargaşada gel sen hat tuttur bakalım” diyordur. Haklıdır. Doğrusu ben de bütün bu soruların dört başı mamur yanıtlarına sahip değilim. Ama sorular yine de gerçek sorular; hayatımıza dair sorular. Üzerinden atlayamayız ki.

Mesela ‘kampanya’ sözcüğünü........

© sendika.org