menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Doğanın korunmasını yerel topluluklara devretmek

6 1
04.02.2025

Doğa her geçen gün can çekişiyor, bitki örtüsünü ve hayvanlarını, böceklerini, yeraltı ve yerüstü özelliklerini kaybediyor. Kapitalist sanayileşmenin güdüsü kâr ve rant ile giderek alanı ve hızı artan doğa katliamı karşısında çözümler aranıyor ve nefes almamızı sağlayacak koruma altında mekanlar yaratılmaya çalışılıyor. Ulusal parklar, koruma altında ormanlar ya da rezervlerle az da olsa doğa korunmaya çalışılıyor. Doğanın gelecekteki olası bir kullanımı için koruması ya da saklanmasına çalışılıyor.

Doğanın korunması düşüncesi tabii ki yeni değil. 17. ve 18. yüzyılda Avrupa kökenli eylemleri görüyoruz ve özellikle tropikal kuşakta, sömürgelerde ve özellikle Afrika kıtasında doğa koruma alanları gerçekleştiriliyor. Kısaca özetlemeye çalışırsak;

19. yüzyıl ortası ABD’de doğa koruma ve saklama konusunda sivil toplum örgütleri (STÖ) devreye giriyor. 1892 yılında Sierra Club, 1895 yılında Wildlife Conservation Society (WCS), 1922 yılında Birdlife International, 1934 yılında Doğanın Korunması için Uluslararası Ofis devreye girer.

1909, 1923, 1932 yıllarında Paris’te doğayla ilgili uluslararası kongreler düzenlenir.

Sonraki dönemde ulusal park kavramı, rezervler devreye giriyor. Amerika’da, Afrika’da av, turizm amaçlı alanlar korumaya alınır. Uluslararası kuruluşlar devreye girer ve 1956 yılında Doğanın korunması Uluslararası Birliği (UICN), 1960 yılında Ulusal Parklar Birliği kurulur.

1961 yılında WWF yani World Wildlife Fund, 1950 yılında TNC yani The Nature Conservancy kurulur.

1970 yıllarında ekoloji devreye girer ve ekolojik kalkınma, sürdürülebilir kalkınma, yeşil ekonomi adı altında doğa koruması sağlanmaya çalışılırken kimi yerlerde rezervler satın alınarak saklanır. 1975 yılında WWF ve UICN’in önemli rol oynadığı CİTES sözleşmesi (Convention on İnternational Trade of Endangered Species – Kaybolmakta olan bitki ve hayvan türlerinin uluslararası ticareti sözleşmesi) diğer adıyla Vaşington sözleşmesiyle 38.000 tür koruma altına alınır.

1987 yılında Conservation International (CI-ABD) devreye girer ve 1998 yılında Hotspots yani biyoçeşitliliğin sıcak noktaları adı altında koruma alanları saptar.

1990 yıllarında Güney ülkelerinde özellikle Batılı STÖ’lerin desteğiyle ya da şubeleri olarak doğa koruma örgütleri kurulur. 1980 sonrası Dünya Bankası da işe karışır.

Devletler, STÖ’ler, yerel topluluklar ve uluslararası birlikler ve fonları sayesinde dünya genelinde kimi alanlar korumaya alınır. WWF’nin bütçesi 395 milyon dolardır. ABD kökenli TNC ülkesinde 6 milyon hektar, dış ülkelerde ise 41 milyon hektar alanı koruma altına almıştır. UICN’nin 10 bölgesel bürosu vardır.

Rodary Estienne doğa korumayı üç evrede ele alır: Doğa koruması düşüncesinin doğuşu, sömürgeci dönem ve insan etkinliğini dışlayıcı koruma alanları ve 1970’ler sonrası bütünleşik koruma dönemi. Yani yerelle birlikte katılımcı ve kalkınma kavramlarıyla içi içe olan dönem.

Koruma esas amaç mıdır ve bunun arkasında kaynakların daha iyi değerlendirilmesi, yerel toplulukların dahil edilerek kalkınmaya yönelik hamleler mi vardır yoksa arka düzlemde özelleştirme mi vardır? Amaç özellikle gelişmekte olan ülkelere finans sağlamak ve korumak mıdır yoksa medyada görünmek, koruma adı altında yerel kaynağı işletip sermayeye katmak mıdır? Kavramlar içi içe girmektedir ve istihdam, yerele (topluma ve ekonomisine) katılım, doğayı yerinden yönetme, yardımın bir eylem aracı olması ve kalkınma sorunsalı içinde ideolojik araç olarak kullanılması söz konusudur. Yabani yaşamı kullanıp ticarileştirmek mi yereli koruma, destek sağlama, yoksulluğu ve toplumsal adaleti savunmak gibi........

© sendika.org