Şakülümüz kaymaya görsün
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız.
Yerleşik bütün denge ve kuralların altüst olduğu belirsizlik ve kaosla karakterize olan süreçlerde yönünü kaybetmemek tayin edici bir önem taşır. Denizciler bunu “pusulayı şaşırmamak” olarak tanımlar. Bunu başaramayanları tanımlamak içinse epey zengin bir dağarcık vardır. Argo ifadeyle “şakülün kayması” bana göre bu ‘dağılma’ halini en iyi tanımlayan deyimdir.
sendika.org sitesi geçtiğimiz Ağustos sonunda çok anlamlı bir girişimde bulundu: Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist stratejinin ne olması gerektiğine dair bir tartışma açtı. Devrimci sosyalist solun 2000 yenilgisi sonrası çekilmek zorunda kaldığı, daha da kötüsü zamanla kabullenip adeta içselleştirdiği etkisiz-iddiasız konumdan çıkış yönünde bir silkiniş yaratır umuduyla çok isabetli bir girişim olarak heyecanla karşıladık bu adımı.
Gel gör ki, ‘yeni bir yol’ açma heyecanı ve seferberliğine vesile olmak şurada dursun, birbirimizi anlamaya çalışma yönü bile zayıf kaldı. Tolstoy’un daha önce de andığım şu sözü durumun özetiydi bana göre: “Herkes durumdan şikayetçi ama herkes aklından memnun!..”
Haksızlık etmiş olmayayım, dikkate değer görüş ve öneriler de dile getirildi elbette. Henüz ete-kemiğe bürünmemiş olmakla birlikte sosyalist solu daha etkin ve görünür kılma yönünde bazı temas ve girişimlerin yürütülmekte olduğunun da farkındayız. Bunların hangi yönde evrilip ne sonuç vereceğini yaşayıp göreceğiz.
Lakin devrimcilikte ısrarlı sol cenah olarak mevcut durumumuz ve gidişin iç açıcı olmadığı gerçeği ortada durmaya devam ediyor. sendika.org’un öncülük ettiği tartışma süreci bu yönüyle de sarsıcı veriler sundu hepimize. Kendi adıma özellikle ‘örgütsüz solculuğun’ devrimci sosyalist sola akıl verme konusunda sergilediği ‘rahatlığı’ çok rahatsız edici buldum. Bunu da ara bir değerlendirmede dile getirdim (1).
Yanlış anlaşılmamak için altını çizerek hemen belirteyim: Partisiz bir devrimciliğin olamayacağını her fırsatta vurgulayan Leninist bir devrimcilik anlayışına sahip olsam da (2) her sosyalistin mutlaka partili olması gerektiği şeklinde kaba bir örgütlü mücadele anlayışına da sahip değilim. Tersine komünist bir parti ve hareketin, saflarına katılan kadro ve sempatizanların dışında kalan toplumun değişik kesim ve katmanları içinde ne kadar geniş sempati ve desteğe sahipse ‘devrime öncülük’ misyonunun hakkını vermeye o denli yakın olacağı görüşündeyim. Özellikle de partinin her zaman yetersiz kalacağı değişik alanlardaki uzmanlık birikimine olan ihtiyacının büyüklüğü ve genişliğiyle birlikte düşünülecek olursa partisiz aydınlar, sanatçılar, bilim insanları, araştırmacılar, akademisyenlerin düşünce ve katkılarının önemi kendiliğinden anlaşılır.
Fakat devrime ve sosyalizme sempati duyarak o uğurdaki mücadeleye katkıda bulunma çabasıyla harekete stratejik bir hat çizme iddiasını birbirine karıştırmamak gerekir. Birincisi bireysel tercih sınırları içinde kalınarak da mümkündür ama ikincisi örgütlü kolektif bir faaliyetin parçası olarak belirli bir sorumluluğun altına girmeyi de gerektirir. Hem bireysel takılma özgürlüğünü tercih edip hem de örgütlü kolektiflere neleri nasıl yapmaları gerektiği konusunda yol haritası çizmeye kalkmak kanımca ‘sınır ihlali’ne girer.
Rahatsızlığım da buradan kaynaklanıyor zaten. Bir yandan kendimiz dahil devrimci sosyalist yapıların mevcut durumunu gözümün önüne getiriyorum öte taraftan bu ‘sınır tanımazlığın’ çapını ve yaygınlığını, daha da kötüsü bu konumun nasıl “doğal” bir durummuş gibi benimsenip hiçbir rahatsızlık duyulmadan sürdürülmesindeki ‘rahatlığa’ bakıyorum. Sigorta o noktada atıyor. Aramızda nicel açıdan “en güçlü” yapılar dahil Türkiye solunda devrimcilikte ısrarlı örgütlerin istisnasız hepsinin bugün sıkıntısını en fazla çektikleri eksiklik kadro yetersizliği. Az-çok deneyimli kadroların sayısının parmakla sayılabilecek kadar az olması. Yürütülmeye çalışılan siyasal faaliyetin yükünün de büyük ölçüde bunların omuzlarına binmesi.
Bir taraftan yıllardır bu gerçeğin acısı ve sıkışmaları yaşanırken diğer yandan “Şu niye olmuyor… Bu niye yapılmıyor… Şunu yapmak lazım… Bu ihmale gelmez…” şeklinde akıl verenlerin büyük çoğunluğunun örgütlü mücadeleden ısrarla uzak duranlardan oluşması kabullenilir bir çelişki değil. Hele içlerinde siyasi sicillerini yakından bildiğim öyleleri var ki, bunların şundan 5-10 sene öncesine kadar nelerin “teorisini” yaptıklarını hatırlayarak utançtan yerin dibine girmeyi isteyecekleri yerde Marksist Papa pozlarında her mecrada boy gösterip devrimci sosyalist harekete akıl satmayı sürdürmeleri arsızlığın daniskası. Devrimci çevrelerin böylelerine ‘Bulunmaz Hint kumaşı’ muamelesi yapıp alan açmalarına ise çok daha büyük tepki duyuyorum. Bu örnekler bana hep bir Bektaşi fıkrasını hatırlatıyor:
Bektaşi yazın öğlen sıcağında kestireceği gölge bir yer ararken caminin avlusuna göz atar. Bir tabutun başında bekleşen gariban bir topluluk görür. İçlerinden biri koşarak yanına gelir, “Ocağına düştük baba erenler” der, “cenazemiz var fakat cenaze namazını kıldıracak imam ortalıkta görünmüyor. Gözünü seveyim sen kıldırıver şu namazı da ölümüz daha fazla rezil olmasın şu sıcakta” diye yalvarır. Bektaşi hem adamın hem de cemaatin haline bakar, gönülsüzce “tamam” der, “saf tutun”. Usulünce kıldırır namazı, tam cemaat tabutu omuzlamaya hazırlanırken “Durun bi dakka!” diye seslenir, sonra tabutun kapağını hafifçe aralayarak ölünün kulağına bir şeyler fısıldar. Herkesi bir merak alır. Ölüyü defnettikten sonra mezarlık dönüşü yine Bektaşinin tepesinde biterler. Sözcülüğü cenaze sahibi üstlenir. “Baba erenler” der, “sen ölünün kulağına ne dedin allasen?” Bektaşi sakin bir sesle yanıtlar: “Öte tarafa gittiğinde dünyanın hali nicedir diye soran olursa cenaze namazımı Bektaşi kıldırdı dersin, gerisini onlar anlar…”
Bu tartışma sürecinde tanık olduğumuz ‘şakül kayması’ keşke Bektaşilerin çokluğuyla sınırlı kalsaydı. Yıllarını devrimci mücadeleye adamış deneyimli kimi dostlarımızın bile sırf başkalarından farklı ve daha devrimci görünmek için ortaya attıkları tezleri görünce durumun vahameti ürkütücü hal aldı. Yıllardır CHP tabanını ve onun kuyruğuna takılanları teslim almış olan ufku ‘Tayyip karşıtlığı’ ile sınırlı muhalefet anlayışını keskin -üstelik içi boş- bir anti-faşist retorik sosuna bulanmış olarak devrimci harekete ‘çıkış stratejisi’ olarak önerilebilmesi bunun son örneği oldu.
Mehmet Güneş bize ne anlatıyor?
Mehmet Güneş’in sendika.org sitesinde yayınlanan yazısının başlığı bile içeriğinin sınırlılığı hakkında fikir veriyor: Ana halka: Saray’ı yıkacak anti-faşist cephe.(3)
Saray’da cisimleşmekle birlikte sınıfsal ve sistemsel temellerinden koparılarak salt “Saray’ı yıkmaya” (yani ‘Tayyip’in gitmesine’) indirgenmiş bir anti-faşizmin sığlığı üzerinde durmaya geçmeden önce o sınırlar içinde bile meselenin nasıl belirsiz bir ‘örgüt sorunu’na ve ‘salt askeri bakış açısı’na indirgendiği yazının girişinden itibaren kendisini gösteriyor:
“…Günümüz Marksistleri, dünya çapında yükselen kitle isyanlarının gerisinde kalmış, yüzyıl önceki amentüleri tekrarlamakla........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein
Rachel Marsden
Joshua Schultheis