Tevhid, Fıtrat ve Manevi Hayat Tabakaları-2
İKİNCİ REMİZ: Ba’zı eblehler var ki, Güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.
Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mâhiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mâhiyetin için değil.. belki o âyinede isti’dâda göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Mâdem öyledir. “Ya Bâki Entel Bâki” de. Yâni mâdem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!..
Burada Üstad ilk şifreyi “ebleh” kelimesinde koymuş. Anahtar orada. Ebleh, ileri seviyede geri zekalı demektir. Kökü, belâhettir. Zıddı ise, zekâvettir. Zeki olanlar meselenin anahtarını elde ederler, diyor. Yani bu kısımda işin kabuğunda kalmamak, meselenin hakikatine geçmek gerekir. O zaman mesele anlaşılır.
“Güneşi tanımadıkları için…”: Güneşin varlığını bilmek ayrıdır, güneşi tanımak ayrıdır. Güneşi tanımak onun ışıması, sayısız şeylerde kendi görüntüsünü ışığı vasıtasıyla oluşturması, şeffaf şeylerde bizzat görünmesi, ısısıyla her şeyi ısıtması, ışığında 7 rengi olması, aynı anda sayısız şeye ışık ve ısı verebilmesi, aynı anda sayısız şey üzerinde ısısıyla değişiklik yapabilmesi ve yansımalar oluşturabilmesi gibi özellikleri görmek ile olur… Bu tanıtma bize nerede bir renk görürsek Onun güneşten olduğunu ve güneşe ait olduğunu bilme ve müşahede etme seviyesine bizi eriştirir. Güneşten uzaklaşan bir kişinin hayatının soğuğa ve karanlığa mahkûm olduğu anlayışına bizi ulaştırır. Bu noktada Üstad bizi bir konuda dikkate davet ediyor:
“Güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın.” :Dıştan bakılınca burada saçma bir davranış var gibi görünüyor. Fakat hepimiz bu saçma davranışı yapıyoruz. Nasıl ve niçin? Hepimiz aynayı seviyoruz, aynanın muhafazasına ve bekasına çalışıyoruz. Üstad bu noktada bir şey fark ediyor: Bizler aynaların bekasını neden istiyoruz, çünkü ondaki güneşin yok olacağını düşünüyoruz. Ayna var olduğu sürece güneş hep orada var olacak, hep görünecek. Biz de güneş ile irtibatımızı sağlamaya devam edeceğiz. Üstad burada tespiti yapıyor: Biz aslında aynayı sevmiyoruz. Biz aslında aynadaki güzelliği, kemali, o ışıltıyı seviyoruz. Biz onun kalıcılığını istiyoruz. Eğer ayna kalıcı olursa o cemal ve kemal de kalıcı olur diye düşündüğümüz için aynanın bekasını arıyoruz. Burada bir kör nokta var o da şu: Hislerimiz güzellik ve mükemmelliği aynanın zâtî özelliği biliyor. Ondaki güzelliği onun görüyor. İşte bu nokta mana-yı harfî mana-yı ismî, tevhid ve şirk ayrım noktası… O cemal ve kemal o şeyin zâtî özelliği mi yoksa onda bulunan başkasına ait bir tecelli mi? Buranın da anahtarı zâtî ve tecelli kavramlarının farkını bilmek… Bir özellik bir zâtta, zâtî ise, yani onun zâtından kaynaklanan bir özellikse o özelliği ondan hiç kimse alamaz ve ayıramaz. Mesela insanın sonsuz câhilliği var. Bilmediğimiz şeylerin sayısını da bilmiyoruz. Bizde azıcık bir bilme de var. Bizdeki zâtî özellik, bilmemek ve cehalettir. Tecelli özellik ise, ilimdir. Bilmediklerimiz, sonsuzdur. Biz bu sonsuz câhilliğimizle dünyaya geldik, o özellikle yaşıyoruz, onunla ölüyoruz, onunla diriliyoruz, onunla ebedî yaşıyoruz. İlimde ilerleyen kişiler ne diyorlar: “ Bildiğim bir şey varsa o da bir şey bilmediğimdir.” O halde insandan istenen bilmek değil, bilmediğini bilmek, cehaletinin onun zâtî ve aslî malı olduğunu fark etmektir. Hiç kimse insandan bu cehaleti söküp alamaz. Fakat bir kişi o insanın kafasına vuracağı bir darbeyle veya vereceği bir elektroşokla hafızasındaki bütün bilgileri silebilir. İnsandan alınabilen ve gidebilen bütün özellikler, “tecelli” sınıfına girer. Bütün vücudu felç olan birinin, kudreti gider. Çıldıran birisi, iradesini kaybeder. Kör olan birisi görmesini; sağır olan biri, işitmesini; ölen birisi hayatını kaybeder. Bu manada ilim, irade, kudret, işitme, görme, hayat bizde zâtî özellik değildir. Cevşen’deki Veyse’l-Karanî Hz.lerinin Münacatı bu konuyu güzel işliyor. Bu inceleme gösterir ki insandaki veya diğer canlı ve cansızlardaki güzellik de, mükemmellik de tecellidir. Eğer zâtîyet hakiki ve mutlak bir zâtiyete doğru yükselirse, Allah’ta olduğu gibi, o durumda onun sıfatlarının ondan ayrı olabileceğini düşünmek imkânsız olur. İnsanın zâtiyeti de hakiki bir zatiyet değil. Buna rağmen insandaki cehaleti komple kaldırmak, onu mutlak manada ilim sahibi yapmak ne kadar zor olduğu malumken İlahî zâtiyeti akıllar idrak edemez.
Kilit nokta burası, bizler diğer nesne ve kişilerde, cemal ve kemali görüyoruz. Onlar bir manevi güneş gibi, bize sıcaklık ve ışık ve renk veriyor. Biz onları hayranlıkla seyrediyor ve seviyoruz. Öyle seviyoruz ki o güzellikler kaybolmasın diye dua ediyor, onlar ölmesin diye hayatımızı feda ediyoruz. Oysa o da bizim gibi bir insan veya mahluk! Dert, orada gözüken o güzellik ve mükemmellik kaybolacak endişesi… O cüz’î güzellik ve mükemmelliğin aynaya başka birinden yansıyan özellikler olduğu idrak edilse, bütün kâinatta ve kendimizde, geçmiş ve gelecekte sürekli görünen güzelliklerin de aynı mahiyetten olduğu fark edilirse akla şu gelecek? “ Bu sayısız güzellik ve mükemmellik tecellileriyle kâinatı böyle manevi ve daimi bir Cennet’e dönüştüren Külli Cemal ve Bâki Kemal sahibi kim? O Mutlak Güzel ve Mükemmel kim? ” Akıl bu şekilde cemalden Cemîl’e, kemalden Kâmil’e şeklinde tevhid yolculuğuna çıktığı an karşısında Zâtî, Mutlak ve Bâki Cemal ve Kemaliyle Zât-ı Akdes’i bulur. Üstad burada meseleyi verir:
“Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir.”: Aynanın ölmesiyle ölmediği ifadesi, canlılar âlemindeki faniliği anlatıyor. Kırılmasıyla fena bulmadığı ifadesi, cansızlar âlemindeki fâniliği anlatıyor. Mesele bunu derk etmek… Bunun da derkinin yolu, her bahar yenilenen sayısız güzellikteki çiçekleri görmek; ölen ağaçlardan sonra dünyaya gelen yeni ağaçları; ölen insanlar ve Allah dostlarından sonra dünyaya gelen yeni insanlar ve Allah dostlarını görmek… Cansızlar dünyasında da Allah’ın sanatının sürekliliğini temaşa etmek… Bunu görmek, idrake vesile olur. Bu sürecin milyonlar, milyarlar yıl boyunca böyle olduğunu, ebediyen böyle olacağını, bu sanat ve güzelleştirme fiilinin zaman-üstü olduğunu fark etmek, idrak etmektir. İdrak hakikatin kalbe inmesi, kalbin hakikate iman etmesidir. Kalb hakikati idrak ettiği an, yönünü Baki Cemal ve Kemal sahibi Sani-i Mutlaka çevirir.
“O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.”: Üstad bu meseleyi izah sadedinde 33. Söz’de beka bahsinde, zamanı bir nehre benzetir. Mahlukatı bu nehirde oluşan kabarcıklara… Cenab-ı Hakk’ı ise güneşe benzetir. Mahlukattaki hayatı, bir güneş cilvesi olarak ifade eder. Kabarcıklar patladıkça yeni kabarcıklarda hayalî güneşçikler görünüyor. Onlar da hayatla parlıyorlar, der. Yani kâinatı güzelleştiren hayat hakikatidir. Onu mükemmelleştiren şuur ve akıldır. Fani hayatların kabarcığın patlamasıyla ölmesi, fani şuurların kabarcık patlayınca sönmesi seni üzmesin, der. O kabarcıkları hayattar şekilde parlatan ve parlak gösteren bu hayat ve şuur tecellileri Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a aittir. O Bâkidir. Zaman ona tesir edemez. O zamanı etkisi ve kontrolü altında tutar. Dilediğine hayat verir, dünyaya gönderir. O dilerse bütün geçmişten daha güzel bir gelecek yaratır. Hayat ve varlık Onun elindedir. Hiçbir şeye, hiçbir kimseye takılıp kalma! Hz. Ebu Bekir (RA) gibi “ Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o öldü. Kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki O, ölümsüz Diri’dir ” demek… Bu hakikatli ve zâtîyetli bakış, fanilerden yüzünü bakiye çevirme dersidir. Hz. Ebu Bekir bize diyor ki: “ Sen, Hz. Muhammed’in (ASM) zâtını seviyor idiysen bil ki o da diğer faniler gibi öldü ve söndü. Eğer Ondaki cemal ve kemali seviyorsan bil ki o harikulade cemal ve o fevkalade........
© Risale Haber
visit website