İlim ve Kudsiyet-5
Peygamberlik Müessesine Dair İlginç ve Mühim Bir Soru
Soru: Kuran, neden peygamberlere “İlim verdik” demekle beraber daha ziyade “Hüküm ve hikmet verdik” diyor?[1]
El-Cevap: Üstad Bediüzzaman şöyle bir tesbit yapar. “Kâinatın bütününde ve her bir parçasında zahir olan bir umumi hikmet var ki, kasd, şuur, irade ve ihtiyarı içinde bulundurur.”[2] Şuur, ilmin, inceliklere nüfuz eden ve güven veren halidir. Kasd, hukuk ilmine göre, ilim ve istek birleşince ortaya çıkar; bir işi yapanın niyetini, hedefini gösterir. Bu yönüyle hikmet, ilimden daha zengin, daha kapsamlı, daha parlak ve daha kıymetlidir. İlim, bir nesneyi var eder. Fakat o nesnenin varlığının sebebi, onu yapanın muradı, hedefi ve maksadı ancak hikmetle çözülebilir. Bu hakikate binaen, kâinatın ve insanın varlığı ilimle anlaşılsa da manası, hedefi, maksadı anlaşılamaz. İnsanlık ilme kendi gayretleri ile farz-ı mahal ulaşsa da hikmete ulaşamaz. Sadece tahmin yapabilirler. Bu noktadan vahiy zorunlu bir hakikattir.
Evet akıl ve şuuru olan, kendisinin ve içinde bulunduğu âlemin farkında olan, bu iç ve dış dünyaların, geçmiş-gelecek zamanların manasını sorgulayan her insanın fıtratının, aklının, kalbinin, ruhunun ve bütün cihetlerinin ihtiyacı, sürekli bir duası vahiydir ve vahyi insanlığa getirecek peygamberlik müessesesidir. Kürsi âyetinde vurgulandığı üzere: “Onun ilminden hiç kimse bir şey kuşatamaz, âlemi çözemez. Onun diledikleri hariç...”[3]
Hz. Ebu Bekir (RA) bu İlâhî dileme sırrını şöyle açar: “Hakikat kapısında aklının âcizliğini idrak edersen, çâresizliğini hissedip hakikat duasını bütün ruhunla acz ve hiçlik içinde yaparsan o kapı sana açılır; sen de ilim erbabı olursun. Yoksa Ebu Leheb gibi odun ateşine devam edersin.” Üstad Bediüzzaman da mealen “Akıl, bir cep feneridir, zifiri karanlık bir âlemde kendine yol çizmeye çalışır. Fakat o karanlık âlemi çözmeye çalışan sahibine azap verici olur. Bu fenerin acizliğini anlarsa, âcizlik ve çâresizlik içinde secde ederse, kalbinin gözü açılır ve vahyi anlayacak hale gelir. O vakit görür ki zerrelerden kürelere, kum tanelerinden gezegenlere, çiçeklerden meleklere kadar maddi-manevi bütün âlemler ilim ve hikmetle yaratılmış ve yaşatılıyor. Bütün âlemler, Allah'ın ilmini gösteren birer alâmettir; Onun ışıklı ve aydınlık bir aynasıdır. Bütün Âlemler Ezel-Ebed Güneşi olan Zat-ı Akdes’in Ulûhiyetinin nuru ile doludur.”[4]
İlim ve hikmet Allah'ın yaratma ve yaşatma sisteminde iki ana direktir.
*Hikmet, ilmin çizdiği istidad ve kaderleri bir arada, beraber açmayı, geliştirmeyi, yaşatmayı sağlayan; nesneler arasında sebep-sonuç bağı kuran İlâhî sır ve kanundur.
*Hikmet bu yönüyle her şeyin yararlı, güzel, doğurgan ve varlık âlemiyle bütünleşmiş bir halde yaşamasını sağlar.
*Hikmet, ifrat-tefritsiz bir şekilde, denge üzere olmayı zorunlu kılar. Hz. Hud (AS) bu hikmetin âlemdeki her şeyde hükmedişini “Hak bu ki Rabbim sırât-ı müstakim üzeredir” ifadesi ile klişeler. (Hud sûresi, 56)
*Hikmet, kul açısından akıl gücünün dengeli, vasat haline verilen isimdir. Bu noktadan insanın aklî güçleri bir terbiyeye girdikten sonra hikmete erişebilir. Erişince şu âyet o kişiye açılır: “Ve men yu’te’l-hikmete fekad ûtiye hayran kesîran”[5] (Her kime hikmet verilmişse ona sınırsız hayır verilmiştir; sonsuz yararları, kârları, güzellikleri kazanır.)
*Hikmet, İlâhî icraatlar olan hastalık, musibet, bela, âfet gibi olumsuz, acı verici işlerdeki maksadı da gösterdiği ve onlardaki gizli güzellik, nimet ve terbiye boyutunu bildirdiği için bir doktor olan Hz. Lokman (AS) hakkında Kur’an şöyle der: “Ve lekad âteyna Lukmâne’l-hikmeti enişkür lillâh” (Yemin olsun ki Biz Lokman'a hikmet verdik. Ta ki Allah'a ve Onun celalli icraatlarına şükretsin.) Devamında Rabbü’l-âlemîn şöyle buyurur “Kim şükrederse, kendi nefsi için şükreder; kim de bir kâfirlik olan nankörlüğü yaparsa bilsin ki Allah, Ganiyy ve Hamiddir. Onun nankörlüğü Allah’a kaybettirmez, Allah'ın şükre ihtiyacı yoktur, Allah mükemmeldir.” (Lokman sûresi, 12)
*Hikmet, idarecilik boyutuna geçince yani Allah'ın kasd, şuur, irade ve ihtiyacına göre bir idare sergilemeye kalkarsa buna “Hâkimiyet” denilir.
*Hikmet, Hakîm isminin tecellisidir. Hüküm ve hâkimiyet ise, Hâkim isminin tecellisidir.
*Hükümet ve ferd arasındaki dengeyi sağlayarak yapılan bir idarecilik ise, Hakem isminin tecellisidir. Ki, İmam-ı A’zam Ebû Hanife (RA) ve Hz. Ali'ye (KV) göre İsm-i A’zamdır ve Allah'ın icraatlarındaki maksadların mükemmel bir şekilde tahakkukunu bildirir.
Kâinatın mevcut hali, insan ve kâinat ilişkisi, geçmiş-gelecek bağlantıları; nesnelerde gözüken İlâhî bir otorite ve nesneler arası irtibat ve münasebetler gösteriyor ki; sonsuz bir hikmet ve ilimle bu âlem kurulmuş ve devam ediyor. Meşalelerle, cep feneriyle çözülecek anlaşılacak gibi değil! Akıl musluğundan akan cüz’î sular değil, kalb kuyusundan fışkıran ve bütün dünyanın su deveran sistemine bağlı, şifalı, tatlı, temiz ve sonsuz feyizlerle, kudsî âb-ı hayat gibi olan mârifetlerle ile bu dünya çözülür, aydınlanır. Nietche, Freud, Marks, Sartre, Camus, Maarrî ve Hayyam gibi düşünenlerin karanlıklı, sıkıcı, bunaltıcı, kendisine hayrı olmamış, bir kısmını çıldırtmış alevli fikirleri, yakıcı tasavvurları gözle görünür bir delildir ki, onların dayanakları âcizdir, ışığı yetersizdir. Vahyin anlattığı güneş gibi Tevhidin misali ve şu âciz aklı baz alan şirkin timsali şudur:
Gündüz vakti cam, su, deniz vesaire şeffaf şeylerde güneşin bir yansıması görünür. Güneş hakikatte bir tane iken, kendi semavi konumunda bulunurken, yeryüzünde trilyonlarca küçük-büyük hayalî güneşçikler görünür. Bu manzarayı gören birisinin şu fikri Tevhiddir: “Bu şeffaf şeylerde gözükenler gerçek güneş değiller. Onlar hakiki ve semavi güneşin küçük bir aynasındaki yansımalarıdır. O cilveler, Hakiki Güneştendir. Her an Ona bağlıdırlar. Ondan bir an kopsalar yok olurlar; o şeffaf şeye de ait değildirler.” Bu manzaraya dair şu fikir ise şirktir: “O güneşçiklerin her biri hakiki bir güneştir. Kimseye bağlı değildir. Işık ve ısısını kimseden almaz. Bilakis her şeye o sıcaklık ve ışık verir. O güneşçiğin etrafında gezegenler ve uydular döner. Câzibesiyle onları tutuyor, çekiyor.”
Hem damlalar, denizler, cam parçaları, şeffaf şeyler deseler ki: “Ben güneşim. Bende güneş var. Bendeki bu ışıkla her şeyi aydınlatırım; içini dışını görür ve bilirim. Bendeki bu sıcaklık ve cazibe ile her şeyi çevirir ve yaparım. Her şeye gücüm yeter. Kimseye ve hiçbir şeye varlığım ve devamım noktasında muhtaç ve bağlı değilim.” Bu sözler haddini bilmemenin belirtisi olur. İşte kalp ve ruh, doğrudan doğruya Ezel-Ebed Güneşi olan Allah'a yüzü dönük, onun sıcaklık ve ışığını alan birer şeffaf yapıdır. Bu yönler insanın şuur-altı boyutudur. İnsanın, akıl ve şuur-üstü boyutu ise, maddi dünya denilen dolunaya bakar, ondan nur alır. Dolunay olmadığında, bulutlu bir gecede zifiri karanlıkta kalır. Kalp ve ruh ise, nefis ve benlik denilen, iki perde ve kılıf ile kaplıdırlar. Bu perdeler, âcizlik ve ihtiyaç hallerinde yırtılırlar.........
© Risale Haber
