menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Üstat, Şehir ve Boğaziçi

11 5
06.12.2025

Kürt sorunu yakın zamanda bir kez daha hüviyet değiştirmiş görünüyor ve lakin ortada yaşanan değişikliğin büyüklüğüne denk düşecek kıymette bir siyasi ve entelektüel çaba yok.

“Pek rengine aldanma felek eski felektir.”

Suyu sert denir ya bazı yerler ve bazı insanlar için, öyle işte. Kaplumbağa gibi sert kabuklu bir adam. Kızgın ama güleç ve manidar bir yüzü var. Zıtlıklar barındıran bir çehre. Öfkesi yatışmamış bir düşünür yüzü. Bu bakışlar, bu ironi, bu akıl oyunları buralardan değil. Nasılsın diyene “şahane berbat” diye karşılık veriyor. Kusursuz bir berbatlık yani. Ağır yaralı ama vakur duruşunu bozmuyor. Kısa adıyla Üstat. Uzun adıyla Üstat Hüsamettin. İşi, yerleşik yargıları, sabit dogmaları dizinde sektirmek. Ürkek, kızgın, çekinik, agresif. Sesi, bir kayanın içinden geliyor. Kimse tam adını bilmez Üstat Hüsamettin Yıldırım’ın.

Hayata, şehre, insana bakışı güvensiz. Öfke, hınç ve insan korkusu var bu gözlerde ve bu güvensizliğin gerisinde koca bir hikâye. İnsan yüzlerine bir maskeye bakar gibi bakıyor. Birinin bir bardak çayını içmeden onu sayısız testten geçiriyor. Her beyan edilen fikri en eleştirel ve kırılgan yerinden görüyor. Mesaisinin tamamı analiz, kritik, kıyas. Feleğin sillesini yemiş ama çemberinden de geçmiş. Acıya sanki doymuş. İnsanı tanımış ve ondan kurtulmuş, özgürleşmiş. Döngüsü umurunda değil ama dünya umurunda. Şen meclisler dağılıp günün sonunda herkes evine gittiğinde o mücerret öyküsüne sarınıyor.

Günü, gecesi, zihni herkesten farklı. Kendine özgü bir dilin içinden konuşur. İroniye yaslanır, sık sık şaşırtır. Yüzündeki endişe ve gerilim sabit. Dış hatları sert insanların kalpleri çoğunlukla ipek gibidir. O da öyle. Haşin görünümüyle beraber alaycı, ironik, parodik. Öyle ya hayata katlanmanın en doğru yolu onu sarakaya almak. Hemen anlarsınız onun herhangi bir adam olmadığını. Düşünen insan yüzünün, kabzımalın, celebin yüzüne benzemediğini bilirsiniz zaten. O, kendiyle, etrafıyla, düşünceyle, çelişkiyle, gelenekle, yerleşik yargılarla, sakat inanışlarla, aklını rehin bırakanlarla, aklını kiraya verenlerle, başkasının aklıyla hayatını idame edenlerle, başkasının aklına kul olanlarla, sözünü tutanla çiğneyenle, sizinle, bizimle, kendiyle, hayatla eğleniyor.

O çay evinde, o duvar dibinde, o köşede yani herkesin gözü önünde saklanıyor. Sarılmamış yaraları her an onunla beraber. Öyle ya: Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda. Yetmiş beşinde bile o zalim üvey annenin el ayak, bakış izleri var yüzünde-gözünde. “Ben altı aylıkken anam ölmüş” diyor. Malum, anne öldü mü çocuk. Kaçar herkesten. Durmaz bir yerde. “Anne ölünce çocuk. Çocuk ölünce anne.” Birkaç cümlesinden anlaşılıyor başka bir galaksiden buraya düştüğü. Erzurum Hınıs’tan gelmiş. 1952’de Cumhuriyet İlkokulu’na başlamış. Malatya Lisesi’ni bitirmiş. Ankara Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuş ama terk edip İstanbul İktisat Fakültesi’ni bitirmiş. Şehir ona, o şehre aşina ama birbirinin yaralarını saramıyorlar. Dünyanın derdi yetmezmiş gibi üstüne yanlış itikatlarla hesaplaşmayı iş edinmek akla zarar bir tercih.

Düşünce demir leblebi zaten, hele taşrada. Bilen bildiğini kendine saklar, bilmeyene anlatmaz. Anlatanı da kaşını gözünü yarar, dinleyeni sakatlar. Bilmeyen zaten gani. Belki öğretme çabası da insanı asabileştirir. Kimse rabbine ortak koşmasın, kula kul olmasın, körü körüne töreye teslim olmasın diye önüne geleni haşlıyor. Onun tayin ettiği mesafede durmak zorundasınız. O yalnızdır. Hani bazılarının yalnızlığı bir şehir kadar kalabalıktır. Her şehrin ayrı bir gramatik yapısı vardır. Malatya’nın da var. Hissiyatın az hürmet gördüğü bu şehirde kendini sakınmak dişli olmayı gerektirir. Onu harici şartlar kadar kendisi öyle yapmış. Zor karakterleri tanımak çok çaba gerektirir. Öyle ya, düşüncenin yüzü asıktır, esnemez. O da öyle. İnsana, eşyaya, mülke, mülkiyete, devlete karşı o kadar zırhlanmış ki kimse ona tam nüfuz edememiş.

Zengin Bir Yoksul

Fuzuli’nin kendi için dediği gibi “zengin bir yoksul.” Aklı, imanı, kalbi var. Varlığa, yokluğa bu harcıalem aleme zerre kadar prim vermemiş. Kaya gibi sağlam, sert ve tok. Daima yaya. Ana arterden ayrılmadı, toplu taşıma aracına binmedi. Evi ile Boğaziçi Çayevi arasında sabit bir hattı var. Kürsüsü Boğaziçi’nde. Orada konuştu, tartıştı, ders verdi. Çoğu günler oruçtu. Evde yediği, sıvı yağda pişirdiği yumurta. Dünya nimetlerinden belki en çok dondurmayı sevdi. Nazına katlandığı sayılı dostu onun bu tutkusunu muhabbetine vesile bildi. Öyle ya içinizde kalan çocukluk illa ki saklandığı yerden sobe diye çıkar. Yetmişinde bile bir oturuşta bir kilo dondurma yediği olurmuş. İki tür spor onun ata sporu. Biri akıl oyunu, diğeri yürüyüş. Aksak ayaklarında biri öbürüne yetişemiyor.

Yalnız insanlar kendileriyle konuşur. Kendilerini insanlardan çeken insanlar kelimelerle oynar. Dil kendinle konuşma imkânı verdiğinden lezzetlidir. Üstat bu tada kendini salmış biri. Bir başına oynuyor. Oynarken şaşırtıyor. Güler yüzlü bir filozofisi var. En ciddi meselenin ortasına latifeyi yerleştirir. “Az dinlen” diyene, “Dinsiz değilim ki dinlenem” diye takılarak meseleyi hızla dine getiriyor. Aslında kendine takılıyor. Usul, üslup, adap, erkân anlatırken yöntem öğretiyor. Enseye bir şaplak vurup, “Bunun adı dövmektir denmez” diyor. Yani, akıl yürütürken kendiyle, sizinle, hayatla eğleniyor. Bir anlamda sürekli mantık öğretiyor. Her meseleyi her muhatabı dizinde sektiriyor. “Nasılsın” diyene “şahane berbat” diyor. Bir şey söylerken hiçbir zaman tek bir şey söylemiyor. Bir şey derken her zaman birden çok şey söylüyor.

Evine “mağaram” diyor. Mağarasını arkadaşları almış ama o mülkiyeti üzerine almamış. Adıma bir şey olmasını istemiyorum demiş ve olmamış. Minimalist. En azla yetiniyor. İki çay kaşığı sıvı yağda yapılan yumurta olmazsa olmazı. “Niye haşlama yemiyorsun” dendiğinde “Tüp çok gider” diyor. İstanbul İktisat Fakültesi’nden aldığı diplomasına verdiği isim “iflas belgesi.” “Ayakkabın yırtılmış, şunu yenileyelim” diyen dostuna “Oradan ayak parmaklarım hava alıyor” diye karşılık veriyor. Diyojen ile İbrahim Ethem arası bir yerde. On binlerce kitabı var, başka bir eşyası yok. Ali Emiri gibi bekâr. Kütüphanesini merak eden çok insan var. “Kitaplarıma göz kırpanlar benden önce ölür” diyor.

Şehrin Merkezinde, Hayatın Kıyısında

Şehrin merkezinde, hayatın kıyısında duruyor. Mesleği, ilim tahsil etmek, kitap okumak, ders vermek. Gençlere tavsiyesi ilme sarılmaları. En meşhur kitabı İçtimai Matematik olmak üzere bazı eserleri şunlar: Resul-i Ekrem (SAV) Zamanında Sünnet, Müslümanların İhtilafları, İnsanın Dünyada Mesud Olma İhtimali, Muharrirlik Hayatım, Aklı Köleleştirenlere ve Aklı Putlaştıranlara Reddiye… En büyük meselesi tahkiki imana kavuşmak. Şiarı “İnsanların en faziletlisi dinlerini iyice anlayıp bilerek amel edenlerdir” hadis-i şerifi. Her zamanki vurgularından biri cehalet ve dünya sarhoşluğunun insanı helâke götüreceği. İç dünyasının direği namaz. Günün bütün dilimlerini namaza göre bölümler. Elektrik, ampul, gaz lambası, lüküs, fener, mum, çıra kullanmadı.

Evet, bu denî dünyadan göçünceye kadar elektriği evine almadı. Gündüzü gündüz, geceyi gece olarak yaşadı. Fazlalık hiçbir eşyayı nesneyi hayatına dahil etmedi. Kitap hariç. Bir ona doymadı, kanmadı. Kitap müptelalarının trajedisi derin olur. Hayat bu insanların kursaklarında kalmıştır. “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir” gibi. Bilmeye arzuludurlar ama zaman yetmemiştir. Önce okumak sonra biriktirmek öne geçmiştir. Öyledir, biriktirenlere zaman yetmez. Otuz bine yakın kitap biriktirdi ve onları ölürsünüz diye tehdit ettiği muhtemel kapkaççılardan korudu. Isı, ışık, gıda, sessizlik, para gibi nice imkânlardan mütemadiyen mahrumiyetle birlikte, cahil ebeveynin ve huysuz üvey annenin sürekli dil azabı diye özetledi hayatını.

Mücerretler hayatı kıyısından seyreder. Başkalarının hayatlarına alakasız görünmeleri detayları herkesten fazla görmelerine mâni olmaz. Yalnızlığı iradi olarak seçmiş, tercihan münferit, mücerret gibidir. Herkesle mesafelidir. Uzun zamandır ünsiyeti olanlar bile arada iğnenin deliğinden geçirir. Aranızdaki duvarın kalktığını zanneder, sınırı aşarsanız olmadık bir yerde haşlanabilirsiniz. İnsan ilişkilerinde katı prensipleri var. İnsanın çiğ süt içtiğini unutmuyor. Zor şartlarında şekillenmiş hamuru. Merhametsiz bir üvey anneden dilenci mafyasının eline düşüp İzmir’e kaçırılmak ve orada imdat eden merhamet sahibi bir kadının yardımıyla polis nezaretinde Malatya’ya geri gönderilmek. Zorun zoru, dramatik bir öykü, görülmemiş bir hesap var geride. Öyle ki her davranışında o gaddar üvey annenin el ayak ve göz izleri ile o çocukluk yaraları var.

Geride öyle hazin bir hikâye varken sıkı bir düşünce dünyası inşa etmek her babayiğidin harcı değildir. Hayatının merkezinde namaz ve zamana dikkat var. Kol saatine değil, güneş saatine tabi. Biriyle sözleştiğinde dakika gecikeni defterden siliyor. Belli vakitlerde belli dostlarını ziyaret ediyor. Dostluğunu hak etmediğini düşündüğünden sözünü, selamını, kelamını esirgediği gibi bakışını dahi esirgiyor. Sözünü keseni bir daha muhatap almıyor. Ne kendi sözünü çiğneyene ne onun sözünü kesene bir daha tenezzül etmiyor. Lüzumsuz olanı lüzumsuz buluyor ve defterden siliyor. Filozof soğukluğunda esnemiyor, gevşemiyor. Gülümsüyor ama gülmüyor. Nadiren şen kahkahalar atıyor… Yirmiye yakın eseri var. Kitaplarını kendi yayınlıyor, yayınevlerine vermiyor. Kurduğu yayınevinin adı Zihniyette İnkılap Yayınevi. Dağıtımcıya da kitapçıya da vermiyor. Kitaplarını alacak olan kendinden isteyecek. Sadece belediye ekmeği yiyor. Kış menüsüne arada helva ekliyor. Çünkü sıcak tutuyor.

Düşünmek aklı zorlamaktır. Mahsus ironisine, diyalektiğine aşina olmayanlar onu aklı zorlayan bir agresif olarak niteler. Soruları peşinen cevaplanmış olanlar, düşünme zahmetine katlanmayanlarsa peşinen yadırgar. Hani vasat olan akıllıyı akılcılıkla suçlar ya; Üstat Hüsamettin, Üstat Said Ertürk gibi bidate hurafeye meydan okuduğundan, yani süte su katmayı kabul etmediğinden akılcılıkla........

© Perspektif