menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bildiğimiz Dünyanın Sonu

12 1
28.03.2025

Girilen süreç, II. Büyük Harp’ten sonra oluşturulan uluslararası kurum ve değerlerin ABD yönetimi tarafından tek taraflı olarak lağvı gibi görünüyor. Ya da Amerika, başta Almanya ve Fransa olmak üzere AB’yi daha fazla sorumluluk almaya zorluyor olabilir. Durum her ne olursa olsun yepyeni bir cangıl ve belirsizlik dönemi başlamıştır. Yeni durum bunun ilanı gibi duruyor, bekleyip göreceğiz.

“Beyler, gözlük takmama müsaade ediniz, zira ülke hizmetinde yalnız saçlarım ağarmakla kalmadı, gözlerimi de kaybettim”¹

George Washington

Amerika Bağımsızlık Savaşı’nın netameli günleriydi. Askerlere maaşları ödenemiyor ve henüz teşekkül halindeki ordu birlikleri karşısında, Newburgh’de konuşmak için kürsüye çıkan G. Washington söze böyle başlıyordu: “Müsaade edin de gözlüklerimi takayım, çünkü ülke hizmetinde onları da kaybettim.”

Gözlerini ülkesi için kaybeden bir adam, değerleri olan bir adamdır; değerleri olan ve bu değerler için hayatını ortaya koyan bir adam.

Gerçekten de o zorlu yıllarda Georgia hariç bütün kolonilerin Philadelphia’da toplanan temsilcileri içinde, G. Washington, Benjamin Franklin ve John Adams gibi yetenekli ve ahlaklı adamlar vardı. Ve bu birincisi, sadece orduyu değil, Amerika’yı yaratan o adamdı ve o, ülkeyi arkadaşlarıyla beraber belli değerler üzerine kurdu.

Daha sonra bağımsızlık savaşını büyük bir maharetle yürüten bu adamlar yeni bir sistem kurdular. Ve bunlar iç savaş sırasındaki dirayetlerinden çok daha fazlasını başararak değerler üzerine kurulu bir sistem ve anayasa yaptılar.

Bu anayasada siyasetin yasama-yürütme ve yargı şeklindeki Newtonvari yansıması, kuvvetler ayrılığının pratiğe döküldüğü tarihteki ilk örnekti. Ve o devirde bu anayasayı hazırlayan delegelerin çoğu, pek tabii ki Locke ve Montesquie’nün yazılarına aşina adamlardı.

“Onlar, o vakte kadar insan tarafından meydana getirilmiş en karışık ve aynı zamanda en iyi şekilde dengelenmiş ve güvenceye alınmış hükümet şeklini kurdular. Üç bölümden her biri, bağımsız ve birbiriyle uyumlu hâle getirilmiş olmakla beraber, diğerleri tarafından kontrol ediliyordu. Kongre’nin geçirdiği yasa taslakları; başkan tarafından onaylanıncaya kadar, yasa niteliğini kazanamazdı, buna karşılık başkan da yaptığı atamaları ve bütün antlaşmaları Kongre’nin onayına sunmaya mecburdu ve gerektiğinde Kongre tarafından mahkemeye sevk edilebilir ve makamından uzaklaştırılabilirdi. Yargı makamı, yasalar ve anayasanın kapsamına giren her çeşit davayı görebilirdi ve gerek anayasa gerekse nizamî yasaları yorumlamak hakkına sahipti. Fakat bu yüksek yargıçlar başkan tarafından atanırlar ve atamaları Senato tarafından onaylanırdı, diğer taraftan onlar da gerektiğinde Kongre tarafından mahkemeye sevk edilebilirlerdi” (Nevins-Commager, 2005).

Horkheimer, Akıl Tutulması adlı o muhteşem eserinde, “aklın yerini demokrasi adına kamuoyu” veya “çoğunluğun” aldığı demokratik bir dikta tehlikesini tartıştığı bir yazısında bu meseleye dokunur. Amerikan anayasasını hazırlayan bu insanlar için, “gücünü metafizik ya da dinsel kaynaktan almayan tek bir ilke yoktu” der. Hatta Dickinson gibilerinin “yönetimin ve aldığı emanetin ‘insanın doğası üzerine, yani onu hak edenin iradesi üzerine kurulmuş… ve dolayısıyla kutsal olduğunu’ düşündüğünü ilave eder. Dickinson’a göre ‘bu emanete hıyanet etmek, Tanrı’ya karşı suç işlemekti’”.²

Buna göre korunması gereken “Tanrı emaneti insan iradesi ve onun seçme özgürlüğü” idi: yani insanın tercih hakkı. Böylece bir bütün olarak birey ve ulusun iradesi Tanrı emanetiyle ilişkilendiriliyor ve sistem, bunun üzerinde devlet de dâhil her türden aracın bir baskı aracı olarak kullanılmasını engellemek esası üzerine tasarlanıyordu.

Onur Satılık Meta Değildir

Benim burada Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan değerleri de önceleyen bir metne, Amerikan sistemi ve onun dayandığı........

© Perspektif