Çürümenin İçinde Hukuk Nereye Kadar Yaşayabilir?
Tarihin uzun koridorlarında bir gerçeğin ağırlığı hep aynı kalmıştır:
Hukuk, ahlak ve etik değerlerin üzerinde yükselir; fakat bu değerlerin eridiği bir toplumda kendi başına ayakta kalamaz.
Hukuk, soyut normlar manzumesi değil; bir toplumun vicdanının, adalet duygusunun ve siyasal bilincinin kurumsallaşmış hâlidir. Ne yazık ki bugün, iktidarın gücünü mutlaklaştırdığı, toplumun etik duyarlılığının aşındığı, hakikatin üstünün sistematik şekilde örtüldüğü dönemlerde hukuk yalnızlaşır; kurur; kırılganlaşır. Bir ağacın kökleri kuruduğunda gövdesi ne kadar sağlam görünürse görünsün devrilmeye mahkûmdur. Hukuk da böyledir; görünür, işler, karar verir… ama içi boşalır.
Tarih bize şunu öğretir:
Hukukun gücü, toplumun ahlaki ve etik ortak zeminiyle orantılıdır.
Antik Yunan’da Solon’un reformları yalnızca kanun koyma değil, toplumsal ahlakı yeniden örgütleme girişimiydi. Solon, “Adalet ancak halkın erdeminin üzerine kurulursa kalıcı olabilir” demişti. Çünkü toplumsal erdem eridikçe hukuk kâğıt üzerinde kalır; kâğıdın mürekkebi kurumadan çürür.
Roma’da Cumhuriyet döneminin son yıllarını düşünelim. Yasalar vardı, mahkemeler vardı, senato vardı. Fakat siyasal ahlakın çürümesi, iktidar hırsının kurumsal aklı yenmesi, hukuku içten içe boşalttı. Cicero boşuna “Yasalara olan saygı toplumsal erdemden doğar” demiyordu. Toplumun değerleri çökerken hukuk devletini ayakta tutamazsınız; geriye yalnızca görünüş, yalnızca bir dekor kalır.
Modern çağda da tablo pek farklı değildir. Nazi Almanyası’nda, Stalin döneminde, Pinochet Şili’sinde, apartheid Güney Afrika’sında hukuk vardı; hatta hukuk “çalışıyordu”.........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d