İsrail–İran savaşı Türkiye’ye ne anlatıyor?
İsrail’in yoğun hava saldırılarıyla başlayan ve İran’ın altyapı sistemini hedef alan harekât, geleneksel bir çatışma değil, çok boyutlu bir yıpratma ve çökertme süreci olarak şekillendi. Bu tablo, yalnızca Ortadoğu dengelerini değil, Türkiye’nin güvenlik, enerji ve diplomatik pozisyonlarını da yeniden değerlendirmesini zorunlu kılıyor Yusuf Kanlı İsrail’in İran’a yönelik baskın hava saldırılarıyla başlayan çatışma, birkaç gün içinde klasik bir savaş tanımının ötesine geçti. Karşılıklı füze atışlarının yarattığı illüzyon, bazı Türk televizyonlarında “denge” algısı yaratsa da, sahadaki gerçekliğin çok farklı olduğu uluslararası haberlerde net biçimde görülmekteydi; bu, bir çatışma değil, bir kapasite yok etme ve karşıt görülen rejimi çökertme operasyonuydu.
İsrail’in ezici üstünlüğüyle yürütülen savaşta İran adım adım çöküşe sürüklenirken, Ortadoğu yeni bir jeopolitik şekillenmenin sancılarını yaşıyor. Türkiye ise komşusundaki bu yıkımdan yalnızca ekonomik ve güvenlik riski değil, aynı zamanda hayati bir yönetim dersi çıkarmak zorunda. Dış politika, artık hamaset değil gerçekçilik talep ediyor.
İsrail’in tam kapasite hava gücü, siber silahları ve Mossad’ın iç istihbarat ağıyla yürüttüğü kampanya, İran’ın hem altyapısını hem de beyin takımını hedef aldı. Rafineriler, elektrik santralleri, iletişim ağları ve özellikle nükleer tesisler sistematik biçimde devre dışı bırakıldı.
İran’ın füze kapasitesiyle sınırlı düzeyde yanıt verdiği, bu füzelerin de büyük ölçüde İsrail’in çok katmanlı savunma sistemleri tarafından etkisiz hale getirildiği gözlemlendi. Savaş, yalnızca sahadaki kapasite farkını değil, jeopolitik yalnızlık ve istihbarat etkinliği açısından da büyük bir asimetriyi ortaya koydu.
İran’ın kırılganlığı: Askeri yenilgi değil, sistemsel çözülme İsrail’in askeri kapasitesi ile İran’ın verdiği tepkinin karşılaştırılması, teknik ve operasyonel bir eşitsizlikten çok daha fazlasına işaret ediyor. İran, 1979 sonrası geliştirdiği dış politika anlayışı çerçevesinde bölgesel nüfuzunu mezhepsel ve ideolojik hatlar üzerinden kurmaya çalıştı. Bu politika, kısa vadede bazı alanlarda taktiksel başarılar üretmiş olsa da, uzun vadede yalnızlaştırıcı bir etki yarattı.
Bugün itibarıyla İran, herhangi bir bölgesel devletin doğrudan askeri desteğini alamamakta; Çin ve Rusya’nın desteği ise diplomatik açıklamalar ve sembolik teknik yardımla sınırlı kalmaktadır. Bu yalnızlık, özellikle savaşın seyrinde kritik hale gelen istihbarat açığıyla birleştiğinde, İran’ın kırılganlığını daha da belirginleştirdi.
İran rejimi, 1979’dan bu yana İslam devrimini bir “rejim ihracı” modeline dönüştürerek, mezhepsel müdahaleciliği dış politikasının merkezine yerleştirdi. Lübnan, Suriye, Irak, Yemen gibi ülkelerde vekil güçlerle kazandığı görünür avantajlar, uzun vadede ters teperek İran’ı yalnızlaştırdı. Komşuları ve İslam ülkeleri, İran’ın yayılmacı ajandasına karşı gard aldı.
Bu yalnızlaşma, bugün askeri zayıflığın da temel kaynağı.
Öte yandan, Mossad, İran’ın en gizli birimlerine kadar sızmış durumda. Nükleer fizikçilerin, üst düzey komutanların, hatta genelkurmay başkanının dahi hedef alındığı operasyonlar, artık İsrail’in İran içinde “evinin içini” bildiğini açıkça gösteriyor. İran istihbaratı fiilen çökmüş durumda.
Üstelik 46 yıldır devam eden nükleer programda gelinen nokta da hüsran: Zenginleştirme `’ta takılı kaldı, nükleer silah eşiği olan ’ın hâlâ uzağında. İsfahan’daki kritik tesisin imha edildiği, rejim liderliğince de teyit edildi. Artık nükleer silah değil, barışçıl nükleer enerji bile İran’a çok görülüyor.
Türkiye açısından çok boyutlu risk matrisi İran’ın doğrudan hedef haline gelmesi, Türkiye için sınır güvenliğinden enerji güvenliğine, ekonomik dengelerden diplomatik pozisyonlamaya kadar geniş bir yelpazede etki üretmektedir.
Enerji güvenliği ve ekonomik baskılar
Türkiye, enerji ihtiyacının büyük kısmını dış kaynaklardan karşılayan bir ülke olarak, İran’daki çatışmanın uzamasından ve Hürmüz Boğazı gibi stratejik geçitlerde olası aksaklıklardan doğrudan etkilenmektedir. Haziran ayı itibarıyla Brent petrol fiyatlarında gözlenen artış, enerji enflasyonu, sanayi maliyetleri ve cari açık üzerinde baskı yaratmaya başlamıştır. Ancak Hürmüz kilitlenirse, 150 dolar senaryosu gündemde. Bu durumda:
• Enerji maliyetleri sanayi üretimini boğar.
• Enflasyon kontrolden çıkar.
• Merkez Bankası faizleri artırsa bile kuru kontrol edemez.
• Türkiye 2001 krizi benzeri bir finansal dar boğaza girer.
Uzun süreli bir tedarik krizi, Türkiye’nin büyüme hedeflerini revize etmesini, Merkez Bankası politikalarında ilave sıkılaşma önlemleri alınmasını ve hane halkı gelirlerinde reel kayıpları gündeme getirebilir. Mevcut ekonomik sıkıntılar dikkate alınırsa derinleşecek krizle birlikte halkta artmakta olduğu gözlemlenen değişim baskısı yeni bir evreye........
© Muhalif
