menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bu ülke gerçekten kimin?

9 19
11.12.2025

Bu ülke, gerçekten hepimizin mi?

Sokakta, kurumda, okulda, devlette, iş yerinde hep aynı ölçüt kullanılıyor sanki: “Bizden misin?” Cevap “hayır” ise bir eşik kapanıyor, bir hak gölgeleniyor, bir sınav anlamsızlaşıyor… Hayat, kendi doğal akışında değil, görünmez bir eleme mekanizmasının çizdiği patikada ilerliyor.

Oysa insanın hangi anadan babadan doğacağına bile kendisinin karar veremediği bir hayattan söz ediyoruz. Kimden, hangi ailede, hangi çevrede dünyaya geleceğimizi biz seçmiyoruz. Doğduğumuz yer de, içine düştüğümüz kimlik de bir tercih değil; bir rastlantı. Ama biz, bu rastlantıyı bir üstünlük ölçüsüne, bir eleme kriterine dönüştürmekte hiç zorlanmıyoruz.

Toplumun ruhuna işleyen bir alışkanlık. Aidiyetin, liyakatin önüne geçtiği; yakınlığın, ehliyetten daha kıymetli olduğu problemli bir zihinsel iklim. Sanki modern devlet rüyasının üzerine, eski kabile hafızası ince ince serilmiş gibi…

Oysa ne insanlar tek renkten, ne de toplumlar tek sesli. Hayat bu kadar siyah beyaz değil. Ama biz, yılladır, “bizden-olmayanlar”ı birer tehdit gibi kodlamayı seçiyoruz. Sanki hepimiz aynı kökten, aynı inançtan, aynı meşrepten olmak zorundaymışız gibi… Sanki çeşitlilik zenginlik değil, tehlikeymiş gibi.

Peki neden?

Neden yalnızca bize benzeyeni kutsayıp, bizden olmayanı dışlıyoruz, niçin farklı olanı sevmek, anlamak, hatta sadece dinlemek bile bu kadar zor geliyor bize? Belki de cevabı teoride değil, gündelik hayatın sıradan pratiklerinde aramak gerekiyor. Çünkü bu zihniyet en çıplak hâliyle, günlük ilişkilerimizde ve kurumların işleyişinde kendini ele veriyor.

İş yerlerinde çalışanların hatırı sayılır kısmının patronun ya da üst düzey yöneticilerin akrabası, hemşehrisi, köylüsü ya da aynı çevreden “tanıdıklar” olması tesadüf mü?

Bir belediyede ilan açılmadan önce kimin alınacağının zaten biliniyor ve kulislerde konuşuluyor oluşu… Ne yazık ki bu durum yalnızca belediyelerle sınırlı değil; merkezi idarenin çeşitli birimlerinde, kritik kadrolarda, seçici sınavlarda da hangi unvanın kime “uygun” görüleceği, daha süreç başlamadan belli oluyor.

Farklı siyasi partiler, ülkeyi paylaşan topluluklar olmaktan çıkıp birbirinin varlığını tehdit gibi gören kapalı kabilelere dönüşüyor. Bu ötekileştirme eğilimi, aynı parti içinde de sürüyor: En küçük aykırı söze, en ufak eleştiriye tahammül yok. Eleştiren “hain”, soru soran “muhalif”, sorgulayan “bizden olmayan” ilan ediliyor.

***

Bu keskin ayrımın bugünün öfkesiyle değil, yüzyılların tortusuyla şekillendiğini kabul etmeden ilerleyemeyiz. Çünkü “bizden olan–olmayan” düalizmi, bu toprakların en eski reflekslerinden biri. Devletin kapısından gündelik hayatın en küçük alanlarına kadar uzanan o görünmez çizgi, aslında modernlikle tam olarak buluşamamış bir toplumsal mirasın devamı. Sadakatin, kurala ve ehliyete üstün tutulduğu kapıkulu düzeni; cemaatçi ilişkilerin devletten önce geldiği bir tarih; kimliğin bireyden çok topluluğa sabitlendiği eski alışkanlıklar… Tüm bunlar zihnimizin derinlerinde ilk günkü canlılığıyla yaşıyor.

Toplumsal güvenin kurallarla değil, ilişkilerle kurulduğu bir kültürde farklı olana mesafe, neredeyse içgüdü haline geliyor. Temel sorun, aidiyeti liyakatin önüne koyan kültürel kalıp. Bu kalıp, kapıyı açarken kurala değil, tanışıklığa bakıyor; bir görevi ehline değil, yakın olana teslim ediyor; farklı fikre değil, “bizden........

© Muhalif