Yalnızlıklar üzerine
Yalnızlık öyle apansız gelmez. Adım adım gelir. Çok alametler belirir ama görmezden geliriz. Gitgide yaklaşan ayrılık saati, savaş tamtamları gibi kulağımızda çalar ama duymazdan geliriz. Günden güne azalan konuşmalar, birbirinden kaçırılan gözler, ara sıra karşılaşan bakışların başka yönlere kaydırılması. Farkında değilmiş gibi davranırız.
Sessizce bekleriz. Ne zaman çalacağı pekala bilinen o uğursuz 'gong' sesini bekleriz. Aynı evde daha şimdiden iki yabancı olmak ve bunu bilmenin yürek burkan çaresizliği içinde bekleriz.
Ayrılıkların sevdanın bir parçası olduğuna kendimizi alıştırmanın ne kadar beyhude olduğunu ansızın anlamanın tarifsiz hüznünü yaşarız.
Ayrılığın ve ardından gelecek olan yalnızlığın adım seslerini iyice duymaya başladığımızda, uzak taşra kentlerini düşlemeye başlarız. Buram buram yalnızlığın devriye gezdiği o sokakları, o caddeleri düşlemeye koyuluruz.
Korkarak düşünürüz. O kentlerde mecburen yaşamanın nasıl bir şey olacağını, ansızın iniveren acımasız geceleri, mor karanlıkları, solgun lambalar altında hızla geçeceğimiz ıssız sokakları düşünürüz.
Arkada bırakacağımız kitapları, sevda başlangıçlarını, Taksim’i, Galata’yı ama ille de denizi nasıl özleyeceğimizi düşünürüz.
Küçük bir çocukken anne ve babamızın arasında yürüdüğümüz o büyük ve........
© Muhalif
