Sinemanın hiç bitmeyen büyüsü
Günümüzden 115 yıl kadar önce soğuk bir Aralık ayı akşamında Paris'in Capucines Bulvarı…
Grand Cafe'nin bodrum katında bulunan “Salon Indiren”deki yaklaşık 20 kişi, hayatlarında ilk kez izleyecekleri bir olayın başlamasını bekliyorlar. Absentler, konyaklar falan içilmiş ama yine de tedirginlik ve gerginlik yatışmamış.
Ressam ve fotoğrafçı Antoine Lumiere, oğulları August ve Louis ile salona giriyor. Duvarda beyaz bir çarşaf. Masanın üzerinde de kollu bacaklı, körüklü bir makine. Adı Sinematograf.
Işıklar sönüyor. Çıtırtılar, tıkırtılar. Körüklü makinadan çıkan bir ışık huzmesi. Pürdikkat beyaz perdeye, daha doğrusu beyaz çarşafa bakılıyor. Kesik kesik ışık çizgileri, gözün pek alışık olmadığı titremeler…
Derken bir tren beliriyor beyaz çarşaf üzerinde. Her tarafından dumanlar çıkararak oflaya tıslaya Ciocat Garı'na doğru yol alıyor. Seyirciler çığlıklar atıyor: "Oh mon Dieu. Resmen üstümüze geliyor monşer". Bu tarihi ana tanıklık eden insanlar sandalyelerinden fırlayıp, çil yavrusu gibi kaçışmaya başlıyor. İşin şakası yok. Koca lokomotif doğrudan üstlerine geliyor çünkü. Gel de kaçma.
Sinemayı başlatan ve dolayısıyla sinema tarihinin de ilk filmi olan "Bir Trenin La Ciocat Garı'na Girişi"nin galası işte böyle sonuçlanıyor. Taş devri, cilalı taş devri falan derken, insanlık tarihinin sinema devri de başlamıştır artık…
Sinemanın doğuşu genellikle böyle anlatılır. Lumiere biraderlerin insan gözündeki bir yanılsamadan yararlanarak icat ettikleri sinematograf, o soğuk Paris gecesinde sadece sinema çağının değil, aynı zamanda korku filmlerinin de başlangıcı olur. Seyircilerin perdede gördükleri lokomotifin üstlerine geldiğini sanarak nasıl korkuya kapıldıkları hep anlatılır.
Sinematograf, mucitlerinin bile öngöremedikleri bir hızla yayılır. Çünkü inanılmaz bir şeyi yapmış, mesafe denen........
© Muhalif
visit website