Korkma, sönmez bu şafaklarda…
Korkuyordu. Hiç durmadan ‘korkma olmaz bu sefer’ diye kendini yüreklendiriyordu ama, yine başaramamaktan da korkuyordu. Arabistan çöllerinde isyancı Arap kabilelerine ve onları hiç durmadan kışkırtan, örgütleyen, silahlandıran sarışın İngiliz’e karşı uğradığı başarısızlığın acısını bir türlü unutamıyordu.
O günleri düşündü. Gündüz çoğu kişi kendisini bir şair, bir öğretmen, namazında niyazında muhafazakar bir aile babası olarak tanırken, geceleri nasıl gizli gizli ‘teşkilat’a gittiğini, orada kendisi gibi bir çok edebiyatçı, öğretmen, kalem efendisi insanlarla konuştuğunu ve o halim selim insanların, gece karanlıklarında nasıl da hiç düşünmeden ölüm ihtimali yüksek gizli görevlere koştuklarını hatırladı. ‘Teşkilat’ı, resmi adıyla ‘Teşkilat-ı Mahsusa’yı aklına getirdi. Teşkilatın Fındıklı’daki Hamallar Loncası’na ait iki katlı ahşap evde bulunan bölge merkezine gittiği ilk günü düşündü. Orada karşılaştığı sivil giyimli kişilerin aslında Enver Paşa, Süleyman Askeri, Kuşçubaşı Eşref gibi imparatorluğun en ünlü militerleri olduğu kendisine söylendiğinde nasıl da şaşırmıştı. Ömer Seyfettin, Kazım Karabekir hatta Mustafa Kemal’in de zaman zaman görev yaptığı teşkilata girdikten sonra hızla yükselmiş, çok iyi derecede Arnavutça, Makedonca, Farsça ve Arapça bilmesi nedeniyle kısa zamanda hem de Enver Paşa’nın yanında “hususi harekat şefi’ olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın büyük bir bölümünde Ortadoğu ve Balkanları dolaşmış, Doğu Anadolu’daki aşiretleri ziyaret ederek onların Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir isyana kalkışmalarını önlemeye çalışmıştı. Bunu yaparken de çok iyi bildiği Kuran’a başvurmuş ve günler ve geceler boyu okuyup, yorumladığı ayet ve hadislerle bölgenin güçlü Kürt beylerini kendisine hayran bırakmıştı.
Teşkilatta en başarılı dönemini geçirirken, Mekke Şerifi Hüseyin Paşa’nın bir ayaklanma hazırlığı içinde olduğu haber alınmıştı. Şerif’i isyandan vazgeçirmek için yine onun Kuran ve Arapça bilgilerine ihtiyaç duyulmuş ve Hüseyin Paşa ile görüşmesi için apar topar Arabistan’a gönderilmişti. Yirmi beş kişilik bir özel ekiple Mekke’ye ulaştıktan kısa bir süre sonra da beyaz bir devenin üzerinde yakıcı çöllere girivermişti. Susuzluk, Bedevi saldırıları, yılan ve akrep sokmaları, güneş çarpması, dizanteri ve beriberi hastalıklarıyla geçen tam yüz sekiz günde Hüseyin Paşa ile görüşmeyi başaramamışlardı. Mekke Şerifi’nin uzun bir süredir İngiltere’den gelen, tıpkı kendileri gibi Arap kıyafetleri içinde ve bir deve üzerinde çöllerde örgütleme çalışmaları yapan Lawrence adlı bir adamla birlikte olduğu söylenmişti.
Sonunda çölü terk edip Medine’ye geçmişler ama burada yine Lawrence’ın örgütlediği çok şiddetli protestolarla karşılaşmışlardı. Can güvenliklerinin enikonu tehlikede olduğunu görünce de çaresiz İstanbul’a dönmüşlerdi. Onlar İstanbul’a dönüp padişaha durumu anlatırken, Hüseyin Paşa, iki oğlu ve İngiliz Lawrence tarafından yönetilen Arap kabileleri, Osmanlı ordusuna saldırarak, isyanı başlatmışlardı. Bunu haber alan Abdülhamit, özel ekibi başarısızlıkla suçlamış ve en çok da ekibin şefi olarak onu azarlamış ve adeta saraydan kovmuştu.
Şimdi yeniden resmi bir görevle geldiği Berlin’de bu nedenle korkuyordu işte. İngiliz Lawrence karşısında Arap çöllerinde uğradığı başarısızlığın tekrarlanmasından korkuyordu. Görevi, Osmanlı devletinin müttefiki Almanya’nın savaştığı Fransız ordusunda bulunan Müslüman askerleri silah bırakmaya ikna etmekti. Arapça beyannameler, şiirler ve en önemlisi de........
© Muhalif
