The Brutalist
Peş peşe sıralanan ve uzun zamandır hasretini çektiğimiz, nihayet kaliteli ve de nitelikli filmler serisi, geçtiğimiz hafta başladı.
Özlemiştik, kaliteli filmleri. Hepsi de Oscar adaylıklarında sonuna kadar haklılar ve bizde tek tek yazmaya çalışacağız.
GERÇEK BİR ONUR SAVAŞI
THE BRUTALİST, filminin vizyonda gösterilemeyecek olmasını, yadsımıyorum. Bizim ülkemizde de ne güzel filmler çekiliyor, bilhassa otobiyografi olarak. Sonra anlaşmazlığa düşüyorlar ve vizyonda kalkması ile geleceğe bırakılacak tanıklıktan olunuyor.
Bana kalırsa, The Brutalist, Budapeşte’de başlayan açılışı ile şimdiye kadar 2.Dünya Savaşı ve Nazi zulmünün Sinema’ya aktarılmış olanlardan, farklı kılıyor.
Teslim olmadığı, işkencelere dimdik duran gazeteci eşini, göçmen olarak yerleşmek zorunda kaldığı, Amerika’da başlayan serüven, dramların aynı zamanda bu yıllarda da yaşanılır olduğunu sunuyor. Senaryoda ve yönetmen koltuğunda, Brady Corbet, var. Netice de ekmek bitti ya da zorla bitirildi ise başka fırın ya da un üreten bulan gerekmektedir. Bir ülkenden bir başka ülkeye geçişler hep aynı manzarayı sunar. Yorgun olan insanlık, dramı.
Daha iyi bir hayat var olarak tavsiye edilerek, yeni düzenin merkezi olarak (öncesi 1947) gösterilen, 1951 yılında Pensilvanya’nın yeni yerleşim alanı olarak karşımıza çıkıyor. Yeni yeni yüksek binaları ile aile şirketleri. Kendi ülkesinde savaş olmasa, çok önemli bir mimarın kuzeninin yanına sığındığı anda başlayan, farklı mezheplere sahip aile bireyleri, özünü inkâr edenlerle değişimin ve vazgeçenlerin ilk sinyallerini sunar. Yüksek mimarın, gerçekte de yaptığı şehir kütüphaneleri ile adında söz ettirerek Dünyaya mal olmuş bir sanatçının, vasıfsız işçi kategorisinde yer alması, filmin çok güzel karelerinden birkaçı. Savaş olmasa da insanların gerçek yüzünü akraban bile olsa eninde sonunda........
© Muhalif
