KENDİ CEHENNEMİNİ KAYNATMAK
Sâhibi olduğu mülkünde dilediğini yapmaya gücü yeten Allāh, ölümü ve hayatı insân nasıl davranacak diye bir sınama/imtihan olarak yaratmış, bunun yanında da insânın yaşadığı arzı birbiriyle uyumlu yedi katmanlı semâ ile kuşatmış/korumuş ve bize yakın semâyı yıldızlarla süslemişti. Semâvâtın yaratılışında bir eksiklik/kusur olmadığı gibi semâların, hürmetine yaratıldığı gaybın habercisi/dili olan elçinin/resûlün ahlâkında/yaşayışında da ve getirdiği vahyin içeriğinde de bir eksiklik/açıklık yoktu. Muhammed İkbâl’in dediği gibi “İnsânlar görmedikleri Allāh’ı inkâr edebilirlerdi; ama ya içlerinde yaşayan ve şimdiye kadar hiçbir zaafını/kusurunu görmedikleri emîn Hz. Muhammed’i nasıl inkâr edeceklerdi?” İşte Mekke müşriklerini inkârcı yapan davranış, onların semâda kabul ettikleri uyumu dünyâ semâsında yalanlayıp kabul etmemeleriydi. Öyleyse bu tercihleri ve Allāh’ın mülkünde Rubûbiyyet’e ortak olma çabaları yüzünden onları pişmanlıklarla dolu acı bir cezâ yeri bekliyordu.
Mülk/6-8. âyetler bu kaçınılmaz sonun detaylarını bize şöyle vermektedir: “Çünkü [bu şekilde] Rabb’lerine karşı isyankâr davranan herkesi cehennem azabı beklemektedir. Orası, ne kötü bir varış yeridir! Onlar, [cehennem]e atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı sesi duyacaklar, neredeyse öfke ile patlarcasına (çıkardığı sesi); [ve] her grup [günâhkârın] oraya her atılışında, bekçiler onlara soracak: ‘Size hiç uyarıcı gelmemiş miydi?”[1]
Görüyoruz ki, akılla vahyin uyumunu gerçekleştirmek yerine akıllarını, ilâhlaştırdıkları nefslerinin hizmetine verenleri ve Rabb’lerine karşı perdeli olup hakîkati örtenleri cehennem beklemektedir. Şüphesiz bu, Allāh için arzu edilen bir şey değildir. Bu nedenle insânoğluna daha işin başında cehennem canlı bir tasvirle tanıtılmakta ve bu yerin iyi bir yer olmadığı vurgulanmaktadır. Öncelikle şu hususu tekrar hatırlatalım ki, Kur’ân’da âhiret âlemindeki yaşantıya âit tanımlamaların, verilen örneklerin bizim dünyâmızla olan ilgisi isim benzerliğinden başka bir şey değildir. Başka bir ifâde ile söylersek bu noktada Kur’ân, mükâfat ve cezâları aklımıza/gönlümüze yaklaştırmak için bizim yaşantımızdan ödünç kelimeler kullanır. Ama bu tespit bizi bir yanlış anlamaya götürüp âhiret mükâfatlarını ve cezâlarını hafife alma yanlışlığına düşürmemelidir. Yapacağımız iyi ve kötü davranışlarımıza verilecek karşılıklara îman “muhkem” sınırında kalan, bu cezâ ve mükâfatın nasıllıkları ise “müteşâbih” alana giren konulardır.
Âyette dikkat çeken bir özellik de cehennemin sesi ve şiddetinden söz edilirken, sanki canlı bir insânmış gibi duygularından söz edilmesidir. Âyette geçen “tefûr” kelimesi “kaynamak, coşmak, fokurdamak ve öfkenin kabarması” anlamlarına gelmektedir. “Şehîk” kelimesi ise “kaynayan cehennemin çıkardığı ses”tir. Aynı zamanda “şehîk” hırıltılı nefes vermek anlamına da gelmektedir. Bu anlamıyla Hûd/106. âyette şöyle geçmektedir:........
© Mir'at Haber
