Küresel fırtınada Türkiye
Türkiye’de yaşayan herkes bugün kendine yeniden sormak zorunda: Devletle kurduğumuz ilişki, siyaseti anlama ve icra etme biçimimiz, küresel sistemdeki yerimiz nereye tekabül ediyor? Ekonomik krizlerle, hukuksal belirsizliklerle, dış politikadaki zikzaklarla sarsılan güncel manzara; kanaatle yetinip fikri erteleyen geniş kitleleri bile düşünmeye davet ediyor.
Anadolu insanı tarih boyunca devletle mesafeli, bazen tevekküllü, bazen de temkinli bir ilişki kurdu. Cumhuriyet’in erken dönemlerinden 2000’lere kadar bu mesafe zaman zaman kapanır gibi oldu; ama bugün yaşanan derin toplumsal sarsıntılar, eski soğukkanlılığın buzlarını yeniden çözmeye başladı. Bu çözülme, yalnızca ekonomik hayatın ağırlaşmasıyla değil, devletin vatandaşına sunduğu adalet, eşitlik ve gelecek güvenliği vaadinin aşınmasıyla da yakından ilgili.
Türkiye, modern çağın ulus-devlet mantığının ürünü olarak doğdu. Osmanlı’nın son yüzyılında başlayan merkezileşme ve modernleşme hamleleri, Tanzimat’tan itibaren Batı karşısında ayakta kalma çabasının bir tezahürüydü. Cumhuriyet, bu mirası devralarak ulus-devlet formunu kurumsallaştırdı. Ancak başından itibaren Türkiye’nin Batı’yla ilişkisi ne tam bir aidiyet ne de tam bir kopuş oldu; daima gerilimli bir ara bölgeye sıkıştı.
Soğuk Savaş yıllarında NATO üyeliği (1952), Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki güvenlik misyonunu pekiştirdi. Fakat Avrupa Birliği süreci, Ankara’nın sürekli bekleme salonunda tutulduğu bir hikâyeye dönüştü. 1963 Ankara Anlaşması’yla başlayan üyelik hayali, 1999 Helsinki Zirvesi’nde adaylık statüsü kazanmasına rağmen bugün hâlâ tamamlanmadı. Türkiye, Batı için hep “vazgeçilmez” ama aynı zamanda “hazmı zor” bir aktör olarak kaldı.
Bu ikili konum, devletin........
© Milli Gazete
