menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bir hikâye, bir ders…

18 0
yesterday

Mesnevi’de bir hikâye vardır. Bir sofi, bineği olan eşeği ile bir yerde konaklar ve bineğini gösterilen yere bağlar. Bir süre dinlendikten sonra insanların arasına karışır. Orada bulunanlar, fakirlikten ve açlıktan sofinin eşeğini satmış, aldıkları para ile ziyafet sofrası kurmuşlardır. Hiçbir şeyden haberi olmayan sofiyi de yemeğe davet ederler. Yerler, içerler ve orada bulunanlar semaya başlarlar. Sofiyi de semaya davet ettiler. Bir yandan ayakta ayaklarını vura vura sema yaparken diğer yandan “Eşek gitti” diye ritim tutuyorlardı. Sofi de onlarla birlikte “Eşek gitti” diye tempo tutarak semaya devam etti. Ertesi gün olur ve sofi ahıra gittiğinde eşeğin yerinde olmadığını görür. Orada bulunan hizmetliye eşeğini sorar. Adam, eşeğinin akşamki kalabalık tarafından satıldığını, parası ile de ziyafet verildiğini söyleyince Sofi, “Madem öyle neden gelip bunu bana söylemedin” diye hizmetliye çıkışır. Hizmetli, çaresiz bir şekilde; vallahi söyleyecektim ama ben sana bunu söylemek için yaklaştığımda sen de onlarla birlikte “Eşek gitti” diye tempo tutuyordun, hem de onlardan daha istekli ve yüksek sesle bağırıyordun, ben de haberin var zannettim der.

Yukarıda kısaca özetlediğim hikâyeyi neden yazdık? İçinde yaşadığımız dönemde halimiz fazlasıyla hikâyede geçen sofiye benziyor gibi geliyor bana. Egemen güçler bir oyun tezgâhlıyor, bu oyun sahneleniyor, bizim için bir zafer veya kazanım elde etme havası oluşturuluyor. Büyük kazanımlar elde edilmiş havası ile kutlamalar yapılıyor, zafer naraları atılıyor. Ancak biz küçük ve kısa vadeli kazanımlarla oyalanırken kazananlar sadece........

© Milli Gazete